25 Kasım 2011 Cuma

Sosyal Medya’nın Siyasi Hareketlere yönelik Etkisi Bağlamında Homo Democratus (!)


Arap Baharı veya Tunus Efekti ne derseniz deyin, üzerine onlarca Analiz-Rapor-Makale yazıldı. En çok da Sosyal Medya’nın Hareketler üzerindeki etkisinden konuşuldu. Etkilerini bilimsel istatistiklerle inceleyen Akademisyenler mi ararsınız, yoksa Sosyal Medya’ların hangi ülkelerde yer aldığını soran Siyasetçiler mi. Bu Akademisyenlerin İsviçreli, Siyasetçilerin ise Türkiyeli olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum (: Fakat ben Not Defterime düşmeyi planladığım bu kısa analizde Sosyal Medya’nın Rolünden ziyade Klasik Siyasi Yapılanmalara Etkisini ve Demokrasi Kültürüne katkısına dair Çakralarınızı açmaya çalışan birkaç ufak soru sormaya çalışacağım. Ama önce küçük bir değerlendirme yapalım.

Birkaç gün önce nette dolanırken kendimi Almanya’da Gençlerin Sosyal Medya üzerinden kurmuş oldukları örgütlenmelerle karşı karşıya buldum. Bu örgütlenmeler arasında sanıyorum en ilgi çekeni Korsan Partisi. Bu Parti kısaca Avrupa Birliği’nin, Bireylerin Kitle İletişim Araçları üzerindeki verilerini Merkezleştirmesine yönelik politikalara bir tepki olarak oluşan hareketlerin Çatı Noktası olarak belirdi.  Gün geçtikçe farklı Devletlerden- öncelikle İsviçre- ağırlıklı olmak üzere Gençler Devletin Şeffaflığı, Sanal Âlemde kişilerin Özgürlüğü üzerine görüşler koymaya başladılar. Bu sırada Korsan Partisi Almanya’da 2011 yılında Berlin’de Federal Seçimlerine katıldı. Seçim sonucunda Korsan Partisi’nin yüzde 8 oy oranları, sadece kendisinin değil, aynı zamanda kendisi gibi hareketlere de örnek olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu tarz hareketlerin, Ana Akım Klasik Sol-Sağ eksenlerinde durmayarak bilinen Siyaset Yaklaşımlarını Sivil Toplum alanına doğru Evireceğinin bir işareti olarak okunabilirdi.

Zihnimden tüm bunlar geçerken, Evrene ne mesaj gönderirseniz onu karşınızda görürsünüz diyen bir Dostumun dediği gerçekleşti. Edebiyata, Müziğe, Alışverişe, Akademiye en çokta Siyasete dair yaptığımız sohbetlerin yeri zaman uslu bir dinleyicisinden, yeri zaman ateşli bir isyankârına dönüşen Sümeyya Gökcan’ın tavsiyesi ile http://democratus.com/welcome sitesiyle tanıştım. Hemen kendi ismimle bir profil oluşturdum ve görüşlerimi paylaşmaya başladım. Hatta birkaç takipçim bile olmuş :) Peki bu site nedir? Bu siteyi kuranların ağzından çıktığı haliyle kısaca paylaşmak istiyorum; ‘Gündemi fikirlerinle belirlediğin siyasal network, çevrimiçi-online demokrasi platformu. Az çok sizin de tahmin ettiğiniz üzere bir nevi Facebook veya Twitter gibi Kullanıcı isimlerinizle üye olabildiğiniz sonrasında görüşlerinizi paylaşıp Takdir toplayabildiğiniz, en çok Takdiri toplayan Kullanıcıların bir süreliğine Sanal Meclis’i oluşturup Gündem belirlemeye çalıştığı, bir nevi Demokrasi Simülasyonu diyebileceğim bir yapı. Peki, neden buna Homo-Democratus adını uygun gördüm.

İnsanlık tarihi boyunca Avcılık-Toplayıcılık aşamasından bugüne değin birçok Sosyal-Ekonomik süreçten geçti. İsa’dan sonra 21.Yüzyılda yaşamaya, hayatta kalmaya çalışıyoruz. Einstein dediği gibi III. Dünya Savaşı’nın hangi Silahlarla yapılabileceğini bilmiyor fakat IV. Dünya Savaşı’nın Taş ve Sopalarla yapılabileceğine eminiz. Yani tüm dünyada bir Uzlaşı Kültürü sorunsalı hakim. Bu noktada her ne kadar bu cümleyi kullanmaktan imtina etsem de (burada Yapısalcılık ve İşlevselcilik tartışmalarını yaşamamak adına sözü Yusuf Can Gökmen’e bırakıyorum) sadece ülkemizin değil tüm Dünya’nın Birlik ve Beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde bence bizler tüm İnsanlık Camiası olarak birer Homo-Democratus’uz. Yani hepimiz birer Demokrasi İnsanıyız. İşte bu noktada sormak istediğim soru ;

Uzlaşıya ne kadar açıksınız? Yeni Anayasa’yı Etnik Kimliğiniz, Mezhebiniz hatta Cinsel Kimliğiniz dışında yer alan kişilerle yapmaya hazırmısınız? Eğer öyleyseniz görüşlerinizi ifade etmek için uygun bir platformdan daha haberdar oldunuz, eğer değilseniz bence bu siteye tekrar bir bakın en azından görüşleri okuyun belki de Dersim’in Kayıp Kızlarından birisi siz olabilirdiniz?

12 Haziran 2011 Pazar

13 Haziran´a Uyanan Türkiye´nin Dis Politikasi Nasil Olmali?

Aylardir tüm Türkiye´nin ve hic olmadigi kadar Uluslararasi Medya´nin bekledigi 12 Haziran Pazar,nihayet geldi. Hatta siz bu yaziyi okudugunuzda Sonuclar yüzbinlerce kez(!) ilan edilmis olur.Sabahinda da Yüksek Secim Kurulu,kesin sonuclari aciklar,Internet kesintileri falan olmazsa veyahut Anonymous Protesto Saldirisi´nda bulunmazsa.Milletvekili adaylari da Mazbatalarini almak,ev tutmak üzere Ankara´ya dogru yola cikmislardir coktan..Belki de Ankara´da bekliyorlardir zaten? Secim Tahminlerimi daha önce Twitter Profilim üzerinden 9 Haziran günü söylemistim ama yine burada da belirteyim.Bakalim tutmus mu? Ak Parti yüzde 43-45,CHP yüzde 27-30,MHP yüzde 10-12,Bagimsizlar ise 20-25 Milletvekili cikartmalarini beklemekteyim. Bu sonuclari elbet birileri yorumlayacaktir.Ben yorumlanmasi ihtimali daha düsük olan bir hususa dikkat cekmek istiyorum. 2011-2015 arasindaki Türkiye´yi belirleyecek 12 Haziran Sandiklarinin Dis Politika´ya etkisi nasil olur?
Secimler dolasiyla pek dikkatimizi cekmedi belki ama Suriye siniri uzun süredir hic olmadigi kadar hareketli.Sinir boyunca kurulan Insani Yardim Kamplarinda 3000 kisiye yakin Suriye´li konakliyor.„Esad Rejimi“ sallaniyor mu,daha mi saglamlasiyor,yoksa Sam Rejimi´ne Uluslararasi Operasyon kapida mi,hic birini simdilik bilemiyoruz. Arap Bahari´nin ne olacagi,Libya´da NATO neler yapacak,Irak & Afganistan´in Yeniden yapilandirmasini unuttuk bile? Ermeni Protokolleri,ya Kibris meselesi? Bir de bir ara biz Avrupa Birligi´ne Tam Üyelik Müracatinda bulunmustuk dimi,ne oldu o dosya? Brüksel´de kaybolmus diyorlar? (: Sakin,endiselenmeyin hic birisine dair yorum yapacak degilim.Hepsine dair sayfalarca yorum yapilir cünkü.En iyisi mi uzak duralim,görmezden gelelim.Belki kendiliginden cözülür? Belki de The Economist,bize hepsini nasil cözmemiz gerektigini söyler dimi,aliskanlik yapmistir belki adamlarda. Neyse ben konumuza geri döneyim. 2011-2015 arasindaki Dis Politika´ya..Nasil olur dedik ama soruyu birde nasil olmali diye soralim mi? Bence soralim. Nasil olmali ? Iki noktaya dikkat cekmek istiyorum..Birincisi Kurumsallasma mevzusu,ikincisi de Kamu Diplomasisi hususu..
Öncesinde,artik Erdogan-Davutoglu-Gül´ün sahsi cabalariyla bir yerlere getirdigi Dis Politikamiz Kurumsallasmali.Arap Medyasi´ni veyahut Bati Medyasi´ni az cok takip eden herkes,Davutoglu´ndan övgüyle söz ediyor,evet dogrudur.Türkiye´nin kaderini degistirebilecek bir Dis Politika Teorisi´ni önce Kavramsallastirdi,sonra Pratige dökmeye calisiyor,ki bir cok asama da ilerlemeler söz konusu.Alt ve üst yapinin degistigi Referans noktalarini görmesi,Bütüncül Tarih anlayisi ve Medeniyet Ekseninde tahlilleri sadece Türkiye´nin degil,Dogu Dünyasi´nin da kalbini fethetti. Camasirhaneden tutun da,Otobüs duraginda karsilastigim insanlar Balkanlar´dan Kafkaslara,Kuzey Afrika´dan Asya Pasifik´e kadar konu Türkiye´ye gelince Erdogan-Davutoglu diyorsa zaten bir durup düsünmek gerekiyor.Yine de Türkiye,artik bu Politikasinin Kurumsallamasini konusmaya baslamali,bunu nasil yapabiliriz diye..
Ikincisi Kamu Diplomasisi..Yillardir Ermeni Soykirim Iddialarindan tutun da,Yunanistan´in Ege Denizi´ne ait tezlerine karsi elle tutulur,gözle görülür bir basarimiz olmadigini artik kabul etmemiz gerekiyor kanimca. Yakinda Kürt Siyasetcilerin NewYork-Brüksel hattinda ki calismalari da baslayinca yine Sevr Pskisozuna girmeyiz insallah. O acidan Lobicilik Sektörünü konusmaya baslamamiz gerekiyor. Uzun bir süredir 100lerce Milyon Dolari tanimadigimiz,Profesyonel Lobi Sirketlerine verdik. Peki sonuc? Her sene Amerikan Baskani´nin Olmaz,yapmayin etmeyin,Türkiye cok degerli,bak Irak´ta ki Askerlerimize Anneleri Kurabiye yollayamaz,Sevgilileri fotograflarini gönderemez tadinda Senatoya,Kongre´ye yazdiklarini gördük. Medyamizin Amiral Gemisi de her seferinde Amerikan Baskaninin bu mektuplarini carsaf carsaf yayimladi. Sikilmadik mi? Ben sikildim acikcasi. Yeter artik,biz bu Lobicilik denen seyi kendimiz yapamayiz mi ? Bence yapariz,ama nasil Konusmaya baslayalim dimi?
Her seferinde su böyledir,su söyledir tadinda yazan birisi olarak,biraz daha Trend Genc isi yazilar yazmaya basladigim icin tadini tutturamamis olabilirim.Fakat demek istediklerimi az cok anlattim saniyorum. Evet Dis Politika nasil olmali,tartisilmali öncesinde.Bunu bizler tartisabilmeliyiz artik.Illa Uluslararasi Iliskiler ögrencisi olmaniza gerek yok,belki de Mühendissinizdir fakat Dis Politika sizi de ilgilendiriyor. Her neyseniz,ister Ev Hanimi,ister Terzi. Mutfaginiza giren Dogalgazdan tutun da,tükettiginiz her ürünün fiyatinda,kalitesinde Dis Politika´nin etkisi var,belki sizinde kiziniz Erasmus´a gitmistir? Zambia Dis Isleri Bakanligi yapmadi dimi bu Antlasmalari? (:
Kemal Gülpinar / Sivil

28 Şubat 2011 Pazartesi

Libya´da Yasayan Türkiye Vatandaslari´nin Tahliye Operasyonu´nun Gosterdikleri;

Libya´da Yasayan Türkiye Vatandaslari´nin Tahliye Operasyonu´nun Gosterdikleri;

Bugün sabah her zaman oldugu gibi uyandigim gibi Kahve Makinesini ve Bilgiyarimi actim (: Ulusal ve uluslararasi basini tararken aklima bir kac hafta önce Facebook Profilime düstügüm notu hatirladim.Aynen soyle yaziyordu; „Libya´da yasanan olaylarin golgesinde orada yasayan Türkiye Vatandaslarinin Tahliyesi Türkiye´nin yaklasik 8 senedir sürdürdügü Dis Politikasi icin bir sinav niteligindedir,izleyip gorelim“. Evet bundan cok degil,bir kac hafta Dünya Gündemi Libya ve Kaddafi´nin „Tunus Efekti“ olarak adlandirilan Ortadogu&Kuzey Afrika´daki dönüsüme direnip direnemeyecegi konusuluyordu.Ulusal Medyamizda Basbakan´in Libya yonelik olasi tutumunu ongormeye ve orada is icabiyla yasayan Türkiye Vatandaslarinin bolgedeki olaylardan nasil etkilenecegini tartisiyordu.Basinda bir kac gün sonra Ana Muhalefet Lideri´nin de tartismalara katilmasiyla beraber Hükümet´in Misir´da yasanan olaylara kisa bir sure icerisinde Demokrasi soylemini one cikararak Mubarek´e seslendigini,fakat Kaddafi´ye yonelik ayni kararli tutumu sergileyemedigi yonunde farkli koselerden sesler yukselmeye basladi.Tam o sirada Libya´daki Türkiye Vatandaslarinin Isyanci Gruplarin kontrolü altindaki bolgelerde yasadigi sikintilar daha acik bir sekilde gün yüzüne cikmaya baslamisti.

Bu noktada Facebook Profilime düstügüm not bence cok anlamliydi.Cunkü beni taniyan arkadaslar bilirler AK Parti Hükümeti´nin iktidara geldigi süre icerisinden bu yana Demokratiklesme yonunde attigi adimlari durdugum Siyasi Gorus-Liberalizm ekseninde desteklemisimdir.Ergenekon Operasyonlari´ndan tutun da,Avrupa Birligi Müzakere Süreci´ne ve Reformlara uzanan alanda bazi eksik noktalari ara ara kendimce elestirsem de cogunlukla savunmusumdur.Fakat Dis Politika konusunda ozellikle Dis Isleri Bakani Davutoglu´nun Bakan olmadan onceki hayatini ve kitaplarini takip eden bir kisi olarak teorik bazda Stratejik Derinlik´in bende yeni bir ufuk actigini kabul etmem gerekiyor.Komsularla Sifir Sorun Politikasini kendimce Ortadogu-Kafkasya-Balkanlar ve Orta Asya Cografyasi´nda Karsilikli Bagimlilik ilkesini goz onune alarak, bu cografyada yasayan halklarla Türkiye´nin gecmisten gelen tarihsel ve sosyal baglarini da inkar etmeden kurulacak cercevenin bir konsepti olarak goruyordum.Ülkemizin Dogu Dünyasi´na sirt cevirmesine dayali politikalarinin devletin kendi halkina da yabancilasma tehlikesini beraberinde getirdigini düsünen birisi olarak bu vizyonun Ic Barisin daha genis anlamlarda deger kazanacagina inaniyordum.

Bununla beraber Türkiye´nin Bölge´de Düzen Kurucu olma iddiasini ortaya koymasina ragmen,Dis Politikada Vizelerin Kaldirilmasi,karsilikli ticaretin artmasi ve uluslararasi imaj ve guvenirligin artmasina ragmen,beklenen basarilarin hala saglanip saglanamayacagina dair bir kusku icimi kemirmeye baslamisti.Cünkü Ermeni ve Kibris Sorunu devam ediyor,Avrupa Birligi ile Muzakereler tikaniyor,Ortadogu Cografyasi´nda ustlenmeye calistigimiz Kolaylastirici Roller tam anlamiyla sonuca ermiyordu.Aktif,on-alici,dinamik bir Türkiye goruntusu vardi ama sanki istenen Basari saglanamamis gibiydi.Biraz da su duruma benzetiyordum ben bu Basari istegini;biliyoruz ki Davutoglu Milletvekili kontenjanindan degil Meclis Disindan gelerek Bakan olmus biri olarak Meclis icinde sahsi Güvenoyu´nu tescil ettirecek bir arac olabilirdi,ona bu yonde yoneltilebilecek elestirilere karsi da bir kalkan belki de. Tekrar ifade etmek zorunlulugunu hissetmeyim ki,Akademik acidan Davutoglu´nun Mesruiyeti´ni sorgulamaya Meclis´te bulunan herhangi bir Milletvekilinin potansiyeli yetersiz kalacaktir.Gonul isterdi ki Mecliste bu tarz Milletvekilleri olsun ama,Soguk Savas doneminden arta kalan Emekli Diplomat ve Askerleri bu alanda istihdam etmeye calisan yaklasimlar devam ettigi muddetce beklentilerimizin asili kalacagini tahmin etmek hicte zor degil (:

Tüm bunlar yasanirken Dis Isleri Bakanligi´nin bunyesinde olusturulan Kriz Masasi, Basbakanlik Acil Kurtarma Mudurlugu,GenelKurmay Baskanligi ve Kizilay gibi kuruluslarla beraber yapilan toplantilarla sekillendirildi.Tüm olasiliklarin goz onunde bulunduruldugu,bir yada iki haftalik bir süre icerisinde bolgede yasayan Vatandaslarimizin tahliye edilecegi duyuruldu.Bu süreci herkes gibi bende beklemeye basladim.Cok degil bir kac gün sonra ilk haberler ajanslara düsmeye basladi.Olumlu gelismeler vardi ama heyacan devam ediyordu,cunku Isyancilarin kontrol altinda tuttugu sehirlerin ve bolgelerin sayisi artiyor,isyancilarin Profili tam olarak cikartilamadigi icinde tam olarak olaylarin nereye gidecegi ongorulemiyordu.Burada okuyan arkadaslarim icin kücük bir bilgi notu verilmesini düsünüyorum.Libya denilen ve aslinda birbiriyle tarihsel ve sosyal anlamda farkli cografi alanlardan olusan bolge, Türkiye´nin yaklasik 3-4 kati büyüklügünde bir alana esittir.Bu alanda yasanan tarihsel sürec,bolgede Ulus-Devlet insasinin onunde engeller olusturmus,bolge hali hazirda Asiretler Iktidari uzerinden yürütülen,kurumlari zayif olan bir yapidadir.Zaten Kaddafi´nin de bu cografya da III.Enternasyonal-Yesil Kitap / Islam Sosyalizmi adiyla kurmaya calistigi yapinin da istikrarsizlik yaratmasinin temelinde bu yapiyla olan celiskileri soz konusudur.Burada asil vurgulamaya calistigim sey Libya´da herhangi bir Devlet otoritesi ve kurumlar alternatif olarak varligini sürdüremedigi icin bu cografya da Kurtarma/Tahliye Operasyonlari yapabilmek büyük bir belirsizligi icermektedir. Bu yüzden ki Bati Medyasi kendi vatandaslarinin akibetini sorgulayan yazilari gündeme tasidi.

Bir hafta süren operasyonlarla Türkiye bolgedeki tahliye islemini tamamladi.Bunu yaparken biraz once ifade ettigim gibi muhatap bulamama sorunundan tutun da,bolgedeki Türklerin ülkenin dort bir yanina dagilmis olmasi ve ayni ülke icerisinde Dogu-Bati´da farkli bolgelerde farkli otoritelerin/Libya icerisinde Kaddafi´nin oglununda teyit ettigi sekilde farkli otoriteler,sehir devletleri,kendi egemenliklerini ilan etmislerdi- üzerinden bu islemin gerceklestigini hesaba katin.Ayni zamanda sadece Libya´dan degil,daha bundan bir kac hafta once Devrimlerin yasandigi Tunus ve Misir üzerine giden Türkiye Vatandaslari´nin ülkemize intikal ettirildigini hatirlatmakta fayda var.Dis Isleri basta olmak üzere bu operasyonlara destek veren tüm kamu kurum kuruluslarini tebrik ediyorum.Cünkü Türkiye,vatandaslarini bolgeden alabilme cesaretini,imkan ve becerisini gostererek istedigi takdirde neler yapabilecegini bir nevi tatbikat niteliginde gostermis oldu.Kanimca bu olay bizlere Osmanli´nin dagilmasi sürecinde sonun baslangici olan 1912´nin (Libya´nin Osmanli Egemenligi´nden ciktigi tarih) 100.yilina yaklasirken bizlere artik Sevr Paranoyasindan cikmamiz gerektigini mi söylüyor?! (:

2 Nisan 2010 Cuma

Türkiye’nin Soft Power* Uygulamasında Bir Örnek; Hindistan’la ilişkilerde Yeşilçam-Bollywood İşbirliği Olasılığı (1)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül geçtiğimiz aylarda Hindistan’a ve Bangladeş’e bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyaret sırasında iş ve siyaset dünyasından heyetler kendisine eşlik ettiler. Aslında bu heyetlerin katılımı, bu konularla ilgilenen kişiler için alışık bir durum. Alışık olmadığımız ise bu geziye sanat dünyasından da katılımların olmasıydı. Özellikle Yeşilçam’dan katılımların ağırlıkta olduğu bu heyetin amacı, Türkiye-Hindistan arasında sinema alanında işbirliğinin boyutlarını araştırmaktı. Yazımda, bu çıkış noktası üzerinden Türkiye’nin başka ülkelerle siyasi ve ekonomik ilişkilerinden ziyade sosyal ve kültürel alandaki ilişkilerini incelemeye, bu stratejinin başarı olasılığını sorgulamaya çalışacağım.

Öncelikle, Türkiye’nin Hindistan ve Bangladeş’le ilişkilerinin çok kapsamlı olmadığının altını çizmem gerektiğini düşünüyorum. İkili ilişkilerimizin seviyesindeki “yetersizliğin” ardında birçok sebep bulunmaktadır. En önemlisi, Pakistan-Hindistan arasındaki Keşmir Sorunu’dur. Türkiye, manevi sebeplerle( Hint Müslümanlarının Türk Kurtuluş Savaşı’na maddi ve manevi destekleri Türkiye Kamuoyu Kolektif Hafızasında önemli bir yer tutmaktadır. Hint Müslümanları 1947’de Pakistan’ı kurmuşlardır )Pakistan yönetimini küstürmemek adına, Hindistan’la ilişkilerini sınırlı tutmaya uzun yıllar boyunca özen göstermiştir. Fakat bu tutum artık uluslararası kamuoyu tarafından eskimiş bir Soğuk Savaş davranış kalıbı olarak gözükmektedir. Bu noktada yeri gelmişken şunu belirtmeliyim ki, günümüz uluslararası ilişkiler mantığı altında, Türkiye Hindistan’la ilişkisini derinleştirdiği müddetçe, Pakistan-Hindistan arasındaki Keşmir Sorununa katkıda bulunabilir. İkinci olarak, Bangladeş’in durumuna değinmek istiyorum.

Bangladeş,1947’de Doğu Pakistan adıyla Hindistan’dan ayrılmıştır. Fakat daha sonra Pakistan’ın ana merkeziyle “etnik” temelli yaşadığı sorunlar sebebiyle Bangladeş adıyla dünya siyaset sahnesine tekrardan çıkmıştır. Türkiye’nin bu coğrafya ilişkisi biraz da “uzaklık” sebebiyle istenen düzeyde değildir. Fakat Bangladeş halkının Müslüman olması, kültürel ve sosyal alanda manevi bir yakınlık sağlamıştır. Abdullah Gül’ün ziyareti, bu anlamda Güney Asya’da siyasi ve ekonomik alanda, potansiyel işbirliğinin mevcut olduğu önemli bir dönüm noktası olacaktır. Ziyaretin Ankara tarafından Hindistan ve ardından Bangladeş şeklinde planlanması da Güney Asya coğrafyasındaki işbirliği niyetinin ardında Türkiye’nin bölgede tutarlı ve aynı zamanda bütüncül bir politikanın var olduğu izlenimini vermektedir.

Kısa bir değerlendirmeden sonra, Hindistan gezisine katılan Yeşilçam Heyeti’nin yapmış olduğu çalışmaları ve geleceği üzerine analizler yapmaya başlayabiliriz. Bu analiz için, Hindistan’da Sinema Sektörüne verilen önemin altını çizmek gerekiyor sanırım. Hindistan, dünyada en çok hızlı zenginleşen ülkelerin başında geliyor. Bu zenginleşmeye paralel olarak da ciddi bir fakirleşme söz konusu. Aynı zamanda birçok etnik ve dini farklılık da ülkenin aslında birliğini sağlıyor. Bütün dinamiklerin bileşiminde Hindistan ulusal sinema sektörü- Bollywood- bir dini ayinmişçesine halk tarafından takdir görüyor ve izleniyor. Aynı zamanda bu ülkede Amerikan yapımı filmlerin çok ciddi bir etkisi de olduğu söylenemez, dünyada kendi sinemasını üreten ve tüketen en önemli ülkelerden birisi Hindistan.

Türk Sineması’nın son dönemlerde her ne kadar Telif Hakları-Korsan CD’ler gibi sorunları devletin zirvesinde dahi ele alındıysa da bazı yasa taslaklarının hala Meclis’te bekliyor oluşu ciddi bir sorun. Fakat Türk Sineması’nın gelişim süreci gösterdiğine dair elimizde bazı somut veriler var. İlk olarak, her ne kadar sinema eleştirmenleri üzerinde tam olarak görüş birliğine varmamış olsalar da Türkiye’de 70’e yakın film çekildi. Bu ciddi bir rakam olarak algılanıyor. Pek tabi seyirciye ulaşma sayılarına bakıldığında bu filmlerin birçoğunun beklenen rakamların altında kaldığı da görülmekte, yine de kanımca Türk Sinema Sektöründe, bir atılım söz konusu, bu atılım süreç içerisinde halkın farklı beklenti ve taleplerini ana akım dışında da yerine getirebilecek şekilde farklılaşacak ve daha çok üretecektir. Bazı rakamlara göre Türkiye, kendi sinemasını üreten ve tüketen sıralamasında 5.Ülke.

Bu iki değerlendirmeden sonra Yeşilçam Heyetinden Sinan Çetin’in gezi sonrasında “Hint sineması ile Türk Sinemasının işbirliği yapması imkânsız, onların ve bizim filmlerimiz farklı boyutlarda algılanıyor” şeklinde yapmış olduğu açıklamaya rağmen, gözden çıkartmamız bir gerçekliği yine sektörün önemli isimlerinden Mine Varlı vurguluyor “Yılda binin üzerinde film çekiliyor. Bunun 150’den fazlası yurtdışında çekiliyor. Bunların yüzde 10’u Türkiye’ye gelir mi diye hayallerimiz var” Bu ziyaretin bir ilk olduğunu daha sonra başka heyetlerle de işbirliği imkânları aranacağı hususunu belirtiyor.

Türkiye,2000’li yılların başından itibaren hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecini sosyal ve ekonomik alan temelinden siyasal alana oradan da diplomasi alanına aksettirmeye başladı. Artık, Türkiye belirsizlikler içerisinde bir ülke görünümünden ziyade, farklı ülkelerle farklı sektörlerde işbirliği arayan, bunun imkânlarını sorgulayan, pro-aktif bir tutum belirleyen bu tutumunu da kendi sivil toplumuyla bütünleştirmeye çalışan bir izlenim veriyor. Hindistan Açılımı, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’da potansiyel işbirliği fırsatlarını o ülkelerin sosyal-kültürel alanlarında yapması, bunu da hem ekonomik fırsata çevirmeye çalışması, kanımca önemli bir Soft Power uygulamasıdır.
*Soft Power: Bir ülkenin başka bir grup ve ülke üzerinde sosyal-kültürel argümanları kullanarak, o ülkenin kamuoyu üzerinde sempati yaratmak ve karar alıcı süreçleri bu şekilde etkileme amaçlı taktik.


21 Şubat 2010 Pazar

Afganistan-Pakistan konulu III. İstanbul Zirvesi’nin Sonuçları Üzerinden Londra Konferansı 2010'un Analizi ve TR'nin AfPak Siyasetine Bakışı (3)

AfPak coğrafyasıyla ilgili kaleme aldığım üçüncü yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Bu yazımda ilk iki yazının birikimlerinden de faydalanarak AfPak coğrafyasında bir dönüm noktası olarak görülen Londra Konferansı 2010’un hakkında bilgilendirmeler yapmaya çalışacağım. Bu konferansın aynı zamanda neden Batı Dünyası içinde dönüm noktası olduğunu ve neden Afganistan’daki nihai sonucun Post-Sovyet dönemin kilometre taşlarından birisi olduğunu, ele almaya çalışacağım. Öncelikle Batı Dünyası’nın tarihsel süreci de göz önünde bulundurarak “tehdit algılaması” parametresi üzerinden Afganistan 2001 Müdahalesi’ni ele almak istiyorum.

II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Dünyası ve Sovyetler Birliği arasında savaşın son yıllarında tesis edilmiş işbirliği sona ermiş, Batı ve Sovyetler birbirini tehdit algılaması kategorisinde değerlendirmeye başlamıştır. Bu durum Soğuk Savaş sürecini başlatmıştır. Bu dönemde Batı Dünyası kendi arasında siyaset ve askeri mekanizmalarını yakınlaştırmaya yönelmiştir. Avrupa-Atlantik ittifakının en somut kanıtı olan NATO ortak tehdide karşı ortak savunma anlayışına göre kurulmuştur. Buna karşılık olarak Sovyetler Birliği de kendine yakın rejimleri Varşova Paktı adıyla bir araya getirmiştir. Karşılıklı tehdit algılamaları 1980’lerin sonu ile sona ermiş Sovyetler dağılmıştır. Bu durumda NATO’nun varlığı üyeleri tarafından da sorgulanmaya başlanmıştır.

Yakın zamana kadar Sovyetler Birliği’nin halefi olan Rusya Federasyonu’nun üst düzey yetkililerinin de NATO’nun meşruiyetini sorgular nitelikte uluslararası kamuoyuna yönelik demeçler vermesi de tartışmalara sebep olmuştur. NATO’nun devamı için konsept değişimi yapması gerekli hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası değişen koşullar, NATO’nun ortak tehdidi Sovyetler gibi belirli mutlak bir hedeften “Küresel Terör” adı altında daha belirsiz hedeflere yönelik mücadele alanlarına kaydırdığını görmekteyiz. Bu durum örgütün nitelik değişimi stratejik yönelimlerini de belirleyecektir. Üs yapısından silah çeşitlerine uzanan yelpazede değişiklikler gündeme gelmektedir. NATO üyelerinin de mutabık olması gereken bu strateji değişikliği üyelerin sadece örgütün dönüşümü için değil, kendilerini de yeni konsepte göre yenilemelerini beraberinde getirmektedir.

Bu duruma ayak uydurabilen NATO üyeleri olduğu gibi kendi savunma stratejilerini ortaya koymaya çalışanlar ülkelerde da yok değil. Aslında ayak uyduran ve kendisini bu şekilde değiştiren ülkelerdeki askeri birimlerin uzun yıllar boyunca Amerikan Silahlı Kuvvetleri ile dirsek temasında olduğunu görmekteyiz. Aynı şekilde kendi konseptleri yaratmaya çalışan ülkeler içerisinde de kararsızlıklar olduğunu bilmekteyiz. Bu durum Afganistan’a yönelik müdahale sırasında özellikle Avrupa’da ortaya çıktı. Bu durum ittifakın güvenirliğinin sorgulanması açısından önemli bir noktadır kanımca.


Bu noktada 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik saldırılar sonrası önce Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğindeki Müttefik Kuvvetlerin müdahalesine uğrayan Afganistan daha sonra da NATO Kuvvetlerinin etki alanına girmiştir. Bugün çoğunluğunu Batılı güçlerin oluşturduğu kuvvetlerin dokuz senedir sürdürdüğü savaşta askeri kayıplar devam etmektedir. Kabil bölgesi dışında Batılı güçlerin tam anlamıyla otorite sağladığını kabul etmek pek mümkün değildir.

Aynı zamanda Müttefik Kuvvetlerin desteğini arkasında bulunduran Hamid Karzai Yönetim’inin yolsuzluk ve yoksulluk sorunlarında başarılı olamadığını, Afganistan’da kalkınma hususunda tam anlamıyla bir atılım yapılamadığını, uluslararası toplumun fonlarının savunma ağırlıklı harcamalara gittiğine dair tartışmalar tüm dünyada sürmektedir. Bu durum bizleri, Afganistan’da Taliban öncesi sorunlarla, Taliban sonrası sorunların benzer olduğuna dair bir inanca götürüyor. Batı Dünyası için Taliban sonrası Afganistan’da Karzai yönetiminin “laik bir anayasa” ile halkın karşısına çıkması önemli bir kazanım olarak görülmektedir. Çünkü Batılı devlet yöneticileri kendi kamuoylarına Afganistan’ı 11 Eylül Sonrasında “Küresel Terör için bir sığınak” şeklinde lanse etmektedir.

Fakat sadece bu bölgede Müttefik Kuvvetlerin El-Kaide veya Taliban ile çatışmadığını, çatışmanın aşiretler üzerinden yürüdüğünü uluslar arası kamuoyu tartışmaya başlamıştır. Bu durum bölgenin demografik yapısı ve Kabil’in komşularıyla olan ilişkilerinin de gündeme gelmesini beraberinde getirmiştir. Aşiretler yerel özelliklere sahip yapılanmalardır ve bölgede yüzyıllardır belirli bir denklem içerisinde sosyal hayatta yerlerini almaktadırlar. Bölgenin coğrafi konumu ile mevcut siyasi sınırları arasındaki çelişki sürdüğü müddetçe aşiretlerin “sınırlarüstü geçişkenliği “sürmeye devam edecektir. Çünkü siyasal dinamiklerin sosyal-ekonomik dinamikler tarafından şekillendirildiği toplumlarda düzen ve adalet, sosyal-ekonomik dinamiklerin siyasal dinamikler tarafından şekillendirildiği toplumlara nazaran daha istikrarlıdır. İşte Batı Dünyası’nın terazide eşitlemeye çalıştığı konu da tam burasıdır.

Kısaca Batı için Afganistan önemli bir dönüm noktasıdır, çünkü Londra Konferansı’nda ortaya konulan hedeflerde ılımlı Taliban liderleri ile uzlaşı aramak, belirli müzakereler ortaya koymak gibi seçeneklerin ortaya konmuş olması Batı’nın onurlu bir çıkış mı yoksa savaşı sürdürülebilir kılma hedefinde olup olmadığının sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Sovyet müdahalesi sonrası da belirli grupların ilk aşamada Kızılordu’ya destek verdiğini biliyoruz.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Afganistan-Pakistan konulu III. İstanbul Zirvesi’nin Sonuçları Üzerinden Londra Konferansı 2010'un Analizi ve TR'nin AfPak Siyasetine Bakışı (2)

Şubat 2010’u dispolitikaanalizi. blogspot. com’da Afganistan-Pakistan konusuna ayırmayı düşündüm. İlkyazımda Afganistan’ın fotoğrafını uluslararası dinamiklerle ele almaya çalıştım. İkinci yazımda sizlere III. İstanbul Zirvesi’nde yaşananları ve dolayısıyla Türkiye’nin rolünü açıklamaya çalışacağım. Daha sonra üçüncü yazımda Londra Konferansı’na ve Afganistan iç siyasi yaşamına da değinerek bu yazımı sonlandırmayı planlamaktayım. Dördüncü yazımı da AfPak Bölge Siyaseti ve 2010’daki muhtemel gelişmeleri ele almaya çalışacağım. Son olarak Türkiye’nin yapabileceklerini ele alarak bu diziyi toplamayı düşünüyorum.

2010’un Ocak ayında İstanbul’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Afganistan Devlet Başkanı Karzai ve Pakistan Devlet Başkanı Zerdari ile birebir ve üçlü olmak üzere görüşmeler yaptı. Toplantı sırasında Abdullah Gül, tarafından İstanbul Zirvesi’nin Londra’da düzenlenecek konferansa yarar sağlayabileceği söylese de benzeri ilk toplantının 2007 yılından itibaren üç ülke tarafından düzenlendiğinin de altı çizme ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyaç zirvenin sonundaki bildiriye de yansımıştır, bildiride üç ülke arasındaki yakın tarihi manevi ve psikolojik yakınlığa atıf yapılmış, üç ülkenin ekonomik askeri ve siyasi yakınlığa derinleştirilmiş çalışmalar yapacağı belirtilmiştir.

Bu yakınlaşmayı somut projelerle desteklemek isteyen Türkiye, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu aracılığıyla Pakistan’ın güneyinden başlayacak bir tren hattının İran’a oradan Türkiye’ye geleceğini, sonra da İstanbul üzerinden Avrupa’ya uzanabileceğini belirtmiştir. Çin’in de bu hatta bağlanmasıyla Avrupa Birliği pazarlarıyla Uzakdoğu arasında birleşmenin sağlayacağı öngörülmektedir. Küresel anlamda bir etki yaratabilecek bir proje olan bu düşünce bölgenin de istikrarına katkıda bulunabilecektir. Bu hattın fizibilitesi üzerinde çalışmaların desteklenmesi bölgenin durumu üzerine çalışmalar yapılması bu toplantıların sürekliliği ile sağlanacaktır kanaatini taşıyorum.

Pek tabii güzergâhın güvenliği üzerinde tartışmalar yapılacaktır. İran’ın projeye verebileceği desteğin uluslar arası toplumun onayına bağlı olması, İran-Türkiye hattında Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesindeki mevcut iç güvenlik sorunları veya Kafkasya’daki yaşanan donmuş sorunların statüleri üzerinde çalışmalar yapılarak bu alanda projelendirmeler konuşulabilecektir. En azından bu fikirlerin dile getirilmesi AfPak bölgesinin küresel güvenlik açısından önemini teyit etmesi açısından yararlı olacaktır.

Türkiye-Afgan-Pakistan toplantılarında altı çizilen bir diğer konu da terörle mücadeleye karşı olan ortak tutumdur. Her üç ülkenin de terörle ilgili sıkıntıları vardır. Ülkelerdeki terörist eylemlerin niteliği ve içeriği amaçları birbirinden farklı da olsa küresel terörle mücadele bağlamında NATO’nun Soğuk Savaş sonrası yenilenen stratejisini de ortaya koymak gerekiyor. Afganistan’da ISAF (Uluslar arası Güvenlik Destekleme Gücü ) Komutanlığı’nı ikinci kez üstlenen Türkiye bölgede sadece askeri konularda değil toplumsal ve ekonomik açıdan da Afgan halkıyla bütünleşebilmek gerekliliğini toplantılar esnasında bizzat Abdullah Gül ifade etmiştir.

Bunun için Türkiye’nin bölgede kolaylaştırıcı ve arabuculu rolünün devam ettiği vurgulamıştır. Bu argümanlarına Irak işgali sonrasında Irak’taki mevcut farklı gruplar arasında Ankara’nın yürütmüş olduğu arabuluculuk rolüne de atıf yapmıştır. Afganistan’da farklı etnik grupların yaşadığını bilmekteyiz. Bu açıdan Afganistan hükümetinin de yardımlarıyla Ankara bölge halkının sağlık eğitim barınma gibi ihtiyaçlarında çalışmalar yapmaktadır. Türk askerinin halkla diğer Batılı güçlerin dışında direkt temas kurduğunu bilmekteyiz. Hatta diğer yabancı kuvvetlerin devriye gezerken Türk askeri bandını kullandıkları dillendirilmektedir. Afganistan’da görev yapan komutanlardan birisinin trafik kazasında ölmesi sonrasında Afgan halkının ilgisini de hafızalarımıza kazınmıştır.

Son olarak Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin de belirttiği üzere bu çalışmalardan Londra Konferansı’nda faydalanmak mümkündür. Fakat Türkiye’nin AfPak coğrafyasındaki desteği sayesinde uluslararası toplumun farkındalığının artırılmasına yönelik çabaların olgunlaştığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu açıdan Türkiye’nin Cumhuriyet’in temel dış politik yaklaşımlarında bölgesel ittifaklar tesis etmek örneği açısından AfPak coğrafyasındaki işbirliği çabaları ve İran’ın hesaba katılmasıyla beraber ECO çerçevesindeki çalışmaların yeni bir Sadabakat Paktı’na zemin hazırlayacağını söyleyebiliriz. Bu durum Ankara’nın tarihsel sorumluluk alanlarıyla ve uluslararası alandaki etki alanıyla birebir örtüşmektedir. Ankara dış politik karar vericileri adı geçen coğrafyada daha geniş kapsamlı ve ortaklı çalışmaları devlet politikası haline getirip sürdürülebilir kılmalıdır.

2 Şubat 2010 Salı

Afganistan-Pakistan konulu III. İstanbul Zirvesi’nin Sonuçları Üzerinden Londra Konferansı 2010’un Analizi & Türkiye’nin AfPak Siyasetine Bakışı;

Obama’nın Başkan seçilmesinden önce vurguladığı çözümlerin içerisinde uluslararası sistemi en çok ilgilendiren konulardan birisi de Afganistan Sorununa yönelik çözüm planıydı. Yakın zamanda açıklanan “Afganistan Stratejisi” uzun vadede Amerikan askerlerinin çekilmesini hedeflemektedir. Kısa ve orta vadede ise çekilmeyi sağlayabilmek için sayının artırılmasını hedeflemekte, bununla beraber ülkenin reformize sürecine girmesi gerektiğini vurgulamaktadır. İki vitesli olarak planlanan stratejinin uluslararası toplumun desteğini arkasına almadan çözüme yönelik başarısı tartışmalı olacaktır kanaatini taşıyorum. Bu noktada geçtiğimiz hafta Londra’da düzenlenen Afganistan Konferansı, başta Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai olmak üzere Afganistan yetkililerini ve 70’e varan Devletin çoğunlukla Dış İşleri Bakanları’nı toplamıştır.

Bu toplantıda Bonn Süreci’nin desteklenmeye devam etmesi, Afganistan yönetiminin programını ve uluslar arası toplumun sürekli desteği ilan edilmesi bekleniyordu. Fakat bu toplantıya giden yol İstanbul’da III. kez düzenlenen Afganistan-Pakistan-Türkiye üçlü zirvesiyle başlamıştır diyebiliriz. Türkiye’nin AfPak coğrafyasındaki rolü, toplantının çıktıları ve Londra’daki Konferans’a etkisi ve bu coğrafyadaki 2010 senesinde yaşanabilecek muhtemel gelişmeler üzerine bir inceleme kaleme almaya çalışacağım. Umuyorum ki sizlerinde yorumlarıyla katkıda bulunabileceğiniz bir çıktı alabiliriz.

İlk aşamada Afganistan’ın fotoğrafını çekmeye çalışacağım. Bu fotoğrafı çekerken güncel gelişmelerin yanı sıra Sovyetlerin döneminden kalan sorunlarından bölge içi ve dışı gelişmeleri göz önüne alan bir değerlendirme ele alacağım. Bunun yanı sıra yazının sonunda İstanbul görüşmesine giden yolu ortaya koyacağım. Bu fotoğrafı çekerken tarihi anları biraz geriye sarıp sanıyorum Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra tek kutuplu sistemde Amerika’nın mutlak üstünlüğünü ispat eden olayların başlangıç aşamasına yani 11 Eylül 2001 yılına bir an için geri dönelim.

Uluslararası Toplum’un 20 yıl Aradan Sonra Kabil’e yönelen ilgisi;
11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’nde yer alan Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik terörist eylemlerin fundamentelist El-Kaide örgütü tarafından üstlenilmesi ve hemen ardından Amerikan Yönetimi’nin Afganistan’daki Taliban rejimine yönelik baskıları, uluslararası toplumun dikkatini uzunca bir aradan sonra tekrar Afganistan-Pakistan hattına yöneltmiştir. Aslında 1970’lerin ikinci yarısından 80’lerin sonuna kadar süreçte Sovyetlerin Afganistan’daki Marksist hükümetin daveti üzerine müdahil olduğu savaşla tepe noktasına çıkan bu yönelim Sovyetlerin çökmesiyle uluslararası sistemin ajandasından çıkmıştı. Bugün yani 2010’larda NATO İttifakı’nın kısmi olarak kontrolündeki Afganistan’da Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Birleşik Krallık önderliğindeki çokuluslu gücün, siyasi sosyal ve ekonomik alanda ülkeyi dönüştüremediği hala iç- güvenlik sorunlarıyla uğraştığı açıktır.

Afganistan Sorunu’nun Komşu ülkelerde Yansımasına Pakistan Örneği;
Bu durum bizlere daha uzunca bir süre daha uluslar arası toplumun küresel ajandasındaki öncelikli konuların başında Afganistan’ın olacağını göstermektedir. Sadece Kabil’in değil ona komşu ülkelerin mevcut kriz ortamından orta ve uzun vadede etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Afganistan’da yaşanabilecek her türlü etnik, dinsel veya siyasi temeldeki gerilimlerin coğrafi ve sosyal dinamiklerinin benzer olduğu siyasi sınırların geçişken olduğu Afganistan-Pakistan hattında görebilmekteyiz. Bu durumu 2010 yılında da 1980’lerde tecrübe eden Pakistan’ın kendi iç dinamiklerini de harekete geçiren bu olaylar bütüncül bir şekilde bölge dışı aktörlerle olduğu kadar bölge içi aktörlerle de ele alınması gerekmektedir. Aşağıda sebeplerini sıralamaya çalışacağım etkiler bölge içi aktörlerin AfPak coğrafyasındaki çabalarının küresel düzeyde yankı uyandıracağının da kanıtı sayılabilir.

AfPak Coğrafyası’nın Uluslar arası Sistemdeki Rolü’nün Yeniden Tanımlanması;
AfPak coğrafyasının mevcut sorunları küresel ve bölgesel düzeyde eskisine oranla daha çok konuşulmaktadır. Bu durumu tetikleyen güncel gelişmelerin yanı sıra dinamiklerin dönüşümü olarak adlandırabileceğimiz bir süreç söz konusudur. Adı geçen bölgede yeni dengeler 21.yüzyılın parametrelerine göre yeniden şekillenmektedir. Misal olarak; Çin ve Hindistan bir küresel oyuncu adayı olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca İran’ın uluslararası toplumla yaşadığı sorunların yakın gelecekteki belirsizliği ve Rusya’nın Orta Asya politikalarındaki Medvedev dönemiyle başlayan değişmenin Rus-Amerikan ilişkilerine yansıması hesaba katılmalıdır.
İlkyazının sonucunda verileri topladığımızda Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetlerin Afganistan operasyonunu karşılaştırmanın bugünü anlamak için yararlı olabileceği ortaya çıkıyor. İkinci olarak bölgedeki konjonktürün sürekli olarak değiştiği,bölge güçlerinin uluslararası konumda yerinin Afganistan üzerindeki etkisini makro düzeyde,komşuların önemini de mikro fakat belirleyici olduğunu kabul etmeliyiz.