12 Ocak 2010 Salı

Avrupa Komşuluk Politikası Üzerinden Güney Kafkasya'daki Bölgesel İşbirliği Süreci ve Türk-Ermeni İlişkileri'ne Bakış;


Avrupa Komşuluk Politikası geçtiğimiz on yıl içerisinde kavramsallaştıran bir projedir. 2004 yılında Avrupa Birliği'ne 10 yeni üye katılmıştır. Bu üye ülkeler genellikle Doğu Avrupa ve Balkanlar coğrafyasında yer almaktadırlar. Bu ülkelerin Avrupa Birliği'ne üye olmasıyla beraber Avrupa'nın sınırları değişmiştir. Bu değişime paralel olarak Avrupa Birliği Karar Alıcı Mekanizmaları bu yeni devletlerle olan ilişkilerini düzenleme kararı almıştır. Bir çok alanda işbirliği mekanizmaları kurmayı amaçlayan Avrupa KomşulukPolitikası özellikle Güney Kafkasya Doğu Avrupa ve Akdeniz'e kıyısı olan ülkeleri kapsamaktadır. AvrupaKomşuluk Politikası adı geçen coğrafyadaki ülkelerde değişimi ve dönüşümü amaçlamaktadır. Bu değişim vedönüşüm Avrupa Birliği ile "Partner Ülke" müzakereler üzerinden yürütülmektedir. Müzakereler hukukunüstünlüğü demokratik reformların gerçekleştirilmesi ekonomik standartların sağlanması, ortaksavunma ve dış politika konusundan eğitime uzanan yelpazede çok çeşitli alanları barındırmaktadır.

a) Neden Ermenistan? Post-Sovyet Coğrafyasındaki Devletlerin Genel Karakterleri;

Ben çalışmamda genel olarak Avrupa Komşuluk Politikası'nın GüneyKafkasya'da yürütülen bölgesel işbirliğisürecine etkisini araştırmak istiyorum. Özelde,Güney Kafkasya'dayer alan ve bölgesel işbirliği sürecinde bu zamana kadar yeterince aktif olmayan Ermenistan'ı incelemeye çalışacağım.Ermenistan bugüne kadarbelirli sebepler dolasıyla komşuları tarafından izole edilmekte olduğundan Avrupa Komşuluk Politikası'nın etkisinin gerçekliğini test edebilir olduğunu kanaat getirmekteyim.Ermenistan'la Avrupa Birliği alanında yürütülen müzakereler öncesinde buülkelerle ilgili demokrasi ve azınlık hakları ve bununla ilintiliolarak mülteeci hakları hususunda değerlendirmeler yapmak istiyorum. Bu üç parametre bizlere Avrupa Komşuluk Politikası'nın neden gerekli olduğunun somut göstergesi olabilir.

İlk olarak Bu ülkeler çoğunlukla demokrasi deneyiminin azolduğu ülkelerdir. Çoğunlukla Soğuk Savaşsonrasında demokrasiye geçişleri mümkün olmuştur. Geçen yirmiyıllık süreçte ülkeler eskisine nazarandemokratikleşme süreci içerisinde yol kat etmişlerdir. Fakat yine deAvrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatıraporlarına göre ülkelerin çoğunda yapılan seçimlerin güvenirliğişüphelidir.Bu ülkelerde muhalefetgruplarına çoğunlukla izin verilmemektedir. Ülke içindeki karar vericimekanizmalar arasında uyum yerineçatışma görülmektedir. İkinci olarak adı geçen ülkelerde farklı etnikgrupların varlığı söz konusudur. Buvarlık ülkelerin yeterli düzeyde demokratik standartlarda yeralmadıkları için sorunlarla karşılaşmaktadır.
Çünkü Bu etnik gruplar ya bir önceki siyasi otoriteden kalıntıolarak görülmekte veyahut komşu ülkedeki bir
başka etnik grupla ilişkili halde olduğu için "ulusalgüvenliğe" tehdit olarak görülür. Kısacası Çoğulculukuygulanmamaktadır. Üçüncü olarak da mülteci hakları ile ilgili konulardan bahsetmek istiyorum. BugünAvrupa'nın da başta gelen sorunlarından olan mülteci konusu Avrupa Komşuluk Politikası ile minimizeedilebilir. Bunu yapmak için öncelikle Partner Ülkeler'in bu konudaki muktesabata uyum sağlamasıgereklidir. Bu konuda da bu coğrafyada ciddi sorunlar ve hak ihlalleri söz konusudur.

b) Avrupa Birliği Post-Sovyet Coğrafyasında Neden Müdahil Olmalıdır?

Genel olarak betimlemeye çalıştığımız post-Sovyet coğrafyasındaki ülkelere dahil olan Ermenistan'da aynısorunları yaşamaktadır. Örneğin; Türk-Ermeni protokolleri sebebiyle 2009 Sonbaharından bu yana Erivan'dagösteriler yapılmakta,Ermenistan yönetimi bu gösterilere karşı kısıtlama yönünde tutum almaktadır. Aynışekilde 2007 yılında ekonomik kriz ve yönetim sorunlarının beraberinde getirdiği halk gösterileri deErmenistan yönetimi tarafından demokratik ölçülerle karşılanmamıştır. Bu durum bize muhaliförgütlenmelerin fikirlerini ifade etme hususunda zorluklarla karşılaşıldığını göstermektedir. Ayrıca Erivan'da halk arasında yaygın olarak kamu yönetiminde rüşvet ve yolsuzluk olduğuna inanılmaktadır.Bugibi konuların 2000'li yıllarda devam etmesi ülkelerin yönetimini zorlaştırmaktadır. Çünkü 21.yüzyılparametrelerinde ülkelerin bu şekildeyönetilmesi artık mümkün değildir. Bu durum Avrupa Birliği'ningüvenliği & Birleşik Avrupa fikrini zedelemektedir. Bu yüzden bu ülkelerdeki yapısal değişiklerinkolaylaştırılığı hususunda Avrupa Birliğimekanizmaları devreye girmektedir. Türk-Ermeni Dış İşleri Bakanları'nın 2009 Ekim ayında İsviçre'de imzalamış oldukları Protokol'deAmerikan-Rus liderlerinin yanında ev sahibi ülke ile beraber Avrupa Birliği Komisyonu'nu temsilen Güvenlik ve DışPolitika'dan Sorumlu Yüksek Temsilci Solona'nın da olması Avrupa Birliği'nin Güney Kafkasya'daetkin bir roloynamaya başladığının göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu rolün artması ve etkin bir şekilde işlevselleştirilmesi Ankara ve Erivan arasındaki tutuma bağlıdır.
Ankara uzun yıllardan beri AvrupaBirliği tam üyelik müzakerelerini yürütmekte ve bir çok Komisyon Raporu'nda komşularıylailişkilerinedeğinilmektedir. AKP iktidarı ile beraber sekiz yılı aşkın bir süredir Ankara açısından komşularıyla iyi geçinme prensibininde daha aktif bir şekilde uygulandığı görülmektedir.Erivan'ın gelecekteki tutumunu daöngörebilmek için sosyo-ekonomik şartlarını da masaya yatırmakgereklidir. Aynı zamanda çoklu ve ikiliilişkiler alanındaki uluslararası ilişkiler kabiliyetini görmek elzemdir.Bu veriler sonrasında Avrupa Birliği ileAvrupa Komşuluk Politikası kapsamında yürütülen müzakerelerdeki"Eylem Planları" önceliklerinikarşılaştırma imkanına sahip oluruz kanaatini taşıyorum.

c) Ermenistan'ın Sosyo-Ekonomik Şartları ve Dış İlişkileri ;

Ermenistan Güney Kafkasya'da coğrafi olarak kesişim noktasındadır. Ermenistan'ın komşuları batıdaTürkiye, doğuda Azerbaycan yer almaktadır. Bu iki devletle diplomatik ilişkilsi yoktur. Kuzeyde Gürcistanve güneyde İran yer almaktadır. Gürcistan ve İran ile ilişkileri bugün fiili durumdadır. Fakat G.Osetya Savaşı ille beraber Gürcistan-Ermenistan ilişkilerinde yavaşlama görülmüştür. İran'ın İslam Devrimi'ni ihraç etme vefüze savunma sistemleri nedeniyle bölgesel ve küresel düzeydeki yalnızlığını da hesaba katınca Ermenistanizole olmuş bir noktadır. Ermenistan'ın bu durumuna özgün çok yönlü ve tamamlayıcı dış politika Erivantarafından yönetilmektedir.

– Küresel Seviye'de yürütülen İlişkiler;

Bu politikanın Avrupa Birliği Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya olmak üzere üç saçayağı vardır. Bu saçayaklarını kısaca açıklayacak olursak; Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Diaspora'nın ağırlığı ve Senato'yu etkileyen Lobi gücünü ayrıca da Washington'un Güney Kafkasya'ya olan ilgisini sayabiliriz. ABD'de etkili bir şekilde örgütlenmiş Diaspora'nın Eyaletlerin karar alma mekanizmalarında ciddi ağırlıkları olduğunu biliyoruz. Eyaletlerin üzerinde baskı kuran diaspora ve Ermeni cemaati arasında bu iddia bugün artık bir ticari kampanyaya dönüşmüş durumundadır kanaatini taşıyorum. Çünkü lobi hizmetleri ve senatörler,bunlarla ilgili medya ve akademik gruplar ciddi bir faaliyet içerisindedirler.
Senato'da sürekli olarak konunun gündeme gelmesi iki taraf içinde stratejik öneme sahip Türk-Amerikan ilişkilerini zedelemektedir. Başkan Obama'nın Türkiye ziyaretinde TBMM'de yapmış olduğu konuşmada Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleştirilmesi yönünde çabaların ABD tarafından destekleneceğini bu noktada Senato'da 1915 olayları ile ilgili karar almanın süreci olumsuz etkileyeceğini görüşünü vurguladığını gözlemledik.
Rusya'nınSovyetlerin halefi olarak Yakın-Çevre politikası kapsamında yürüttüğü Kafkasya politikası veRusya'dayaşayan Ermeni Diasporası'nın ekonomideki rolü ve ayrıca enerji alanında Gazprom'un etkinliğisayılabilir.Rusya'nın Gürcistan ile giriştiği G.Osetya Savaşı sonrasında Türk-Ermeni ilişkilerinin gelişmesiyönündeki yapıcı tutumu da ayrıca sorgulanması gereklidir. Fakat burada önemli olan nokta; Rusya'nınnormalleşme sürecine özellikle Protokol imzalanırken Dış İşleri Bakanı aracılığıyla olan katkısı ve Ankara'daDış İşleri yetkililerinin de Rusya'nın aktif tutumu ile ilgili açıklamalarıdır. Bu aşamada bölgede projeningerçekleşmesi için Moskova desteği söz konusudur.İşte Amerika-Rusya arasında Ermenistan yönetimi AB sürecini dengeleyici bir mekanizma olarakkullanmaktadır. Hemde ülkesinin yeni şartlara uyum sağlamasını kolaylaştırmak için fırsat olarakgörmektedir.

– Bölgesel Seviye'de yürütülen İlişkiler;

Makro düzeyde Ermenistan'ın dış ilişkilerini kısaca anlattıktan sonra mikro düzeyde değinmek istiyorum.Ermenistan'ın Azerbaycan'la ilişkilerinde yaşanan sorunlar aslında Erivan yönetiminin önceliklisorunlarıdır.Dağlık Karabağ Savaşı ve mülteci sorunları ve bölgenin statüsüne yönelik çalışmalarısayabiliriz.Azerbaycan ve Ermenistan uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği içerisinde beraber yaşamışlardır.SSCB'nindağılması bir otorite boşluğunu meydana getirmiştir. Bu boşluğun da tetiklemesiyle SSCBdöneminde özerkolan dış işlerinde Bakü yönetimine bağlı Ermeni nüfüsun ağırlıkta olduğu Dağlık KarabağAzerbaycan'dantek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu durum Bakü'nün müdahalesini gündemegetirmiş,akabindeErmenistan'ın da müdahi olmasıyla bölgede sıcak bir çatışma olmuştur. Uluslararası toplumun bölgedegerçekleştirilen katliamlara sessiz kalması ve akabinde ilan edilen ateşkesden buyanagörüşmeler sürüyor.Fakat Ermeni-Azeri liderleri arasındaki görüşmeler halen sonuca bağlanmış değil.
Gürcistan-Ermenistan ilişkileri nispeten daha iyidir. Çünkü iki halk arasında ortak kültürel öğeler vardır.Misal iki kültür de kliselerini Antik Hristiyanlık dönemi gelenekleri ile düzenlenmiştir. Aynı zamanda uzunbir süre Sovyetler idaresinde yaşayan iki halk arasında bugün bir sorun yoktur. Fakat Sovyetlerin dağılması ve akabinde gelişen olaylar Tiflis-Erivan arasında beklenen yakınlaşmayı tersine itmiştir. Çünkü Tiflis Bakü-Ankara arasında geçiş noktası olarak kendini konumlandırmış,bu konumlandırmayla Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Dünyası ile yakınlaşmayı tercih etmiştir. Bu tercihi ile Moskova'dan uzaklaşmayıamaçlamıştır. Fakat Erivan,Sovyetlerin dağılmasıyla beraber yaşadığı Dağlık Karabağ sorunu sebebiyle Moskova'yla uluslararası destek adına ilişkilerini derinleştirmiştir. Gürcistan-Rusya arasında 2008 yazında yaşanan Güney Osetya Savaşı sonrasında Tiflis-Erivan ilişkileri daralmıştır.
Türk-Ermeni ilişkilerine de kısaca değinmek istiyorum. Sovyetlerin dağılması sonrasında Ankara Erivan yönetimini tanıdı ve ilişki kurmak istedi. Fakat,Dağlık Karabağ sorunu akabinde Bakü yönetimine destek olmak amacıyla sınırlarını tek taraflı olarak kapatmıştır. Bu durum halen uluslararası düzeyde tartışma konusudur. İkinci olarakda Erivan ve Ankara yönetimleri Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan 1915
Olayları hakkında anlaşmazlık halindedir. Erivan yönetimi bu olayların " Soykırım" olduğunu iddia etmekte. Ankara ise bölgede o dönemde otorite boşluğu yaşandığını,Osmanlı İmparatorluğu yetkililerinin Tehcir sırasında gerekli önlemleri almaya çalıştığını fakat I.Dünya Savaşı koşullarında salgın hastalıklar ve yerleşik olmayan aşiretlerin saldırıları söz konusu olduğunu bu gibi sebeplerden dolayı bazı ölümlerin olabileceğini
fakat Doğu Anadolu'da savaş sırasında ve Rus İşgali sırasında Ermeni Çetecilerin de Türklere yönelikkatliamlar gerçekleştirdiklerini,bu durumun ikili ilişkileri zedelememesi gerektiğini ifade etmektedir.Ankara'nın tutumu konunun tarihçilere bırakılması yönündedir.Türk-Ermeni ilişkilerinde üçüncü bir konu daTürk-Ermeni sınırının 60km ilerisinde yer alan Medmazor Nükleer Santralı'nın yer almasıdır. Bu santral dönemin Sovyet teknolojisiyle gerçekleştirilmiş olduğu için sorunlar çıkması muhtemeldir. Küresel düzeyde ve bölgesel düzeyde yürütülen ilişkileri inceledikten sonra Avrupa Komşuluk Politikası bağlamında Ermenistan-Avrupa Birliği Eylem Planları ve önceliklerine göz atacağım. Bu önceliklerin Ermenistan'ın küresel ve bölgesel düzeyde yürüttüğü ilişkilere olasını etkisini ve Güney Kafkasya'daki Bölgesel İşbirliği Süreci'ne olan katkısını irdelemeye çalışacağım.

d) Avrupa Komşuluk Politikası Bağlamında Ermeni-AB ilişkileri ve Eylem Planları ;

Eylem Planları metinlerinde 6.Öncelik Alanı olarak belirtilen Enerji Stratejisinin geliştirilmesi ve MedmazorNükleer Güç Reaktörü ile ilgili hususlar ve 7.Öncelik alanı olarak belirtilen Dağlık Karabağ İhtilafı'nın barışçıl çözümlerin bulunması ile ilgili konular yer almaktadır. Sekizinci öncelik alanında ise Bölgesel işbirliği alanında çaba sarfedilmesi yer almaktadır.Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız sorunların önemli bir kısmına müdahil olan Avrupa Birliği Komşuluk Politikası belgelerindeki konuları daha spesifik bir şekilde inceleyelim;Enerji Stratejisinde; Medmazor Reaktörü'nün kapatılması Ermenistan'ın enerji sektörünü Avrupa enerji politikalarına göre uyumlaştırması ve çağın gereklerine göre modernize etmesi yer alıyor.

Yedinci alanda Dağlık Karabağ konusunda diplomatik çabaların artırılması Avrupa Yüksek Temsilcisi ile ilişkiye geçilmesi Minsk Grubu'nun koymuş olduğu normlar üzerinden çalışmaların yapılması ve bence en önemli konu olan halkların birbirine yakınlaştırılması sürecine destek olunması yer almaktadır. Son olarakbölgesel işbirliğinde komşularla olan sorunların çözülmesinde çaba sarfedilmesi AB tarafından destekleniyor.Bütün bu verilere dayanarak Avrupa Komşuluk Politikası'nın Ermeni Dış Politikası açısından 2010'lu yılların konjuktüründe dengeleyici fakat stratejik bir önceliğe sahip olacağını görmek mümkündür.Güney Kafkasya ülkeleri için Avrupa Komşuluk Politikası ülkelerini reformize etmek ve devlet yapılarını güncellemek için anahtar bir rol oynamaktadır,ve Türkiye Avrupa Birliği tam üyelik görüşmelerini yürüten bir ülke olarak bu gelişmeleri yönlendirmeli,İyi Komşuluk İlişkilerini ve Sıfır Sorun Endeksli politikasını ENP ile kaynaştırmalıdır.

3 Ocak 2010 Pazar

Obama Dönemindeki Değişimlerin Irak-Afganistan üzerinden Tahlili;


Obama öncesi'ndeki Amerikan Politikaları ve Genel Değerlendirme
Amerika başkanlık seçimleri sırasında Obama’nın en bilinen tutumu senatörlük dönemindeki Irak savaşıyla ilgili olarak düşünceleridir. Obama, başkanlığıyla beraber Irak’tan çekilme stratejisini açıklamış ve bu çekilmeyi bir takvime bağlamıştır. Geçen 1 yıldan sonra bugünkü konjektürde merkezi Irak hükümetinin Amerikan kuvvetlerinin çekilmesi sonrasında bölgede otoriteyi sağlayamayacağı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Savaş sonrasında Irak’ta etnik ve mezhepsel ayrılıklarının derinleşmesi aynı zamanda bölgesel güçlerin Irak üzerinde nüfuz kurma amacıyla rekabet etmeleri gibi birçok sebep bu görüşü desteklemektedir. Suni-Arap, Şii-Arap ve Kürtlerin merkezi otoriteye tam olarak entegre olamamaları da durumu pekiştiren önemli bir etkendir. Bölgesel güçlerin, İran’ın Irak’taki Şii nüfus üzerinde etki kurmasını ve devamında Orta Doğu’da Şii azınlıklar üzerinde etki kurma ihtimaline kaşı sürece dahil olmaları ve silahlanmaları (örnek körfez ülkeleri) savaş sonrası beklenen Irak’la bugünkü Irak arasında ciddi farklılıklar olduğunu bize göstermektedir. Aynı zamanda Irak’a savaş için kitle imha silahları sebep gösterilmiş fakat işgal süresince hala kitle imha silahları bulunamamıştır. Saddam yönetiminin Orta Doğu ve dolayısıyla dünya için tehdit olabileceği argümanları kullanılsa da bugün Irak demokratikleşme konusunda adım atamamıştır hatta gerilemiştir.


Obama'nı n Başkanlağı Devralmasıyla Beraber ;
Obama ile beraber bölgesel güçlerin birbirleriyle çatıştığı bir yapılanma yerine Irak’ta istikrar ve güvenlik için işbirliği zemini sağlanmaya çalışılmıştır. Örnek olarak Türkiye’nin Kuzey Irak’la mevcut kriz ortamından ziyade ortak çıkarlar bulması desteklenmiş böylece önemli bir bölge ülkesi olan Türkiye’nin Irak’a yeniden yapılanmasında katkı sağlayabileceği bir ortam oluşturulmaya çalışılmıştır. İkinci olarak direnişin sürdüğü Suni Arap ileri gelenleriyle Bağdat merkezi hükümeti arasındaki ilişkileri normalleştirerek direnişin hafiflemesi amaçlandı. Kısmen de olsa direniş merkezlerinde merkezi hükümetin otoritesi arttı. Savaş öncesinde, yönetim BAAS Partisindeydi. Direnişi BAAS ileri gelenleri sürdürmekteydi. Bu kişilerle diyalog zemini oluşturulması direnişin hafiflemesinin sebeplerinden birisidir. Üçüncü olarak Bağdat merkezi hükümetinin otoritesinin arttırılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Irak ordusunun ve polisinin yeniden yapılandırılması örnek gösterilebilir. Amerikan askerlerinin geçen yıl itibariyle açıklanan takvimde aşama aşama şehirlerden çekilmesinin de Bağdat merkezi hükümetinin ülke üzerindeki otoritesini arttırmıştır.


2009 İtibariyle Irak'ın durumu ;
Etnik ve mezhepsel gerilimle beraber bölgesel güçlerin rekabet işbirliği ikilemindeki pozisyonunu denkleme kattığımızda ayrıca Kuzey Iraktaki devletleşmeye çalışan aşiret yapılanmasının Türkiye ve Bağdat merkezi hükümetinde yaratabileceği reaksiyon İran’ın istikrarsızlaşma ihtimali ve buna bağlı olarak körfezdeki tansiyonun artması son olarak Şii Arapların savaş öncesindeki beklentilerinin karşılanmamış olmasının getirebileceği riskler eklendiğinde Bağdat merkezi hükümetinin Şam yönetimiyle yaşadığı gerginlikler gibi birçok sebep Irak’ın ABD’nin çekilmesi sonrasında nasıl bir hal alacağı belirsizdir. Obama Irak politikasıyla çekilme adına olumlu adımlar atmış olabilir fakat Irak politikasını Orta Doğu politikasına entegre etmesinde reel politik kaynaklı sorunlar meydana gelmiştir. Son olarak obama adımlarının sürdürülebilmesi için bölgede işbirliğinin önünü açacak politikalar geliştirilmelidir.


Afganistan Politikaları Bağlamında ;
11 Eylül de New York Dünya Ticaret Merkezi saldırılarından kısa bir süre sonra saldırıların El- Kaide’nin üstlenmesiyle Bush yönetimi köktendinci terör örgütleriyle küresel düzeyde mücadele etme kararı aldı. El-Kaide’nin yerleştiği iddia edilen Afganistan’ı da hedef gösterdi. Afganistan’a müdahale sonrasında ülkenin konumu itibariyle Çin İran Hindistan Pakistan ve Sovyet eski alanı Orta Asya’yla kavşak noktası olması Amerika’nın Avrasya politikasında etkisini arttırmıştır. Aynı zamanda Amerika’nın adı geçen ülkelerle geçmiş dönemdeki ilişkileri revize olmuştur. Çünkü bu ülkelerin birbirleriyle olan ilişkilerini de gözetmek durumunda kalmıştır. Örnek olarak geçmişte Hindistan Pakistan arasındaki Keşmir sorununa Çin yönetiminin tutumu Amerika’nın Afganistan’a müdahalesi sonrasında değişmiştir.


Tarih boyunca Afganistan’daki siyasal yönetimler ülkenin dağlık yapısı sebebiyle aşiretler şeklinde örgütlenmiştir. Bu yüzden bölgede etkinlik sağlamak isteyen güçler aşiret sistemini göz ardı edemezler. Ettikleri takdirde Sovyetlerin Afganistan işgalinin sonuçlarına benzer bir tabloyla karşılaşabilirler. Amerika’nın Afganistan’a müdahalesi sonuçları itibariyle Sovyet tecrübesini çağrıştırmaktadır. Bu sebeple karşılaştırma amacıyla Sovyet dönemine kısaca bakmamız yararlı olacaktır. Sovyetler müdahale sonrasında Afganistan’daki sosyal sınıfları eğitim yoluyla aşama aşama değiştirmeyi planlamışlardır. Burada amaç komünist sistemin dayatılmasıdır. Fakat Afgan feodal ve göçerkonar aşiret sistemi komünist ideolojinin taraftar bulma olasılığı sosyolojik açıdan düşüktür. Aynı şekilde Sovyetlerin Afganistan’da sivillere yönelik saldırılarında ölen ve yaralanan kişilerin sayısı Amerikalılarınkine oranla çok yüksektir. Bununla beraber Sovyet işgali, Amerikan işgaline göre uluslar arası toplum desteğinden yoksun olması ve Afgan direnişçilerin dönemin 2 süper gücünden Amerika tarafından desteklenmesi gibi birçok sebep göz önüne alındığında dezavantajlıdır. Obamanın 18 aylık çekilme stratejisi için ek 30 000 asker takviye etme planı ve NATO dan 5000 asker istemesi, uluslar arası toplumun Afganistan’daki savaşa ortaklığını daha da derinleştirme amacı gütmektedir. Burada amaç Avrasya ölçeğinde yalnızlaşan Amerikan imajı yerine batılı ortaklarıyla direnişçilerle mücadele eden ve kabil merkez hükümetini yapısal reformlarla güçlendirmeye çalışan bir Amerika imajı yaratmaktır.


Fakat kabil merkez hükümetinin aşiretler üzerinde tam bir etki kuramamış dolayısıyla ülke üzerinde otorite sağlayamamış olması gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Bu yüzden uluslar arası güçlerin birçoğu kabil dışında görev yapmaktan kaçınmaktadır. Afganistan devlet başkanı Karzai son seçimlerde tekrar seçilmesine rağmen,seçimlerde hileden bahsedilmesi Talibanın ve el- kaidenin hakim olduğu alanlarda seçimlerin yapılamamış olması Afganistan demokrasisi adına akıllara soru işaretleri getirmektedir.son olarak Bush yönetiminin Afganistana müdahale sırasında ve sonrasında uluslar arası toplumdan aldığı desteğin azalmasına karşın obama yönetimi bu desteğin artması için bölgesel ortakları da devreye sokmaya çalışmaktadır. Bütün bu değerlendirmelerle Obamanın Afganistan politikası her ne kadar Vietnam benzetmesi yapılsa da umut vaadetmektedir.


Obama ile beraber bölgesel güçlerin birbirleriyle çatışacağı bir yapılanmadan çok mümkün olduğunca işbirliği amaçlı bir yol izlemesi gerekmektedir. Örnek verecek olursak, İran Türkiye Suriye’nin had konusundaki çıkarlarının ortak bir zemine çekilmesi hususunda , aynı zamanda, Türkiye’nin kuzey ırak la ilişkilerinin normalleşmesi, Şii Arapların sürece katılması, direnişçi Araplarla ilişkiye geçilmesi, BAAS hareketlerinin eklenmesi, Irak’a yönelik yatırımların yapılması,merkezi hükümetin güçlendirilmesi ve istikrarlanmış bir Irak’a yönelik adımlar atılıyor. Fakat mezhepsel ve etnik gerilimle bölgesel oyunların rekabet işbirliği ikilemindeki pozisyonları, kuzey ıraktaki yeni yapılanmalarla, Iraktan çekilmesi muhtemel Amerikan askerlerinin tekrar içeride kalması olabilir. Bağdat - Erbil arasındaki, aynı zamanda Şam Bağdat arasında bugün halen meydana gelen durumlar her ne kadar Ankara'nın rolü ile minimize edilmeye çalışılsa da gerçekçi olmak gerekir ki ciddi bir başarıdan söz edemeyiz.


Obama 'yı değerlendirken yapılan genel bir hata üzerinde değerlendirme yapıp daha sonrada analizimi sonlandırmak istiyorum. Bu hata Obama Başkanlığı döneminde belki biraz kampanyanın analistleri tarafından belkide dünya kamuoyu bunu duymak istediği için yapıldı. Dünya kamuoyu Bush dönemindeki Amerikan politikalarının devamının işaretlerini Cumhuriyetçi aday Mc Cain'in adaylığı sırasında gördü. Bu durum Obama'yı daha da güçlendirdi,hatta Hillary Clinton'dan ayrılan yönlerini bunun üzerine çalışarak bir adım öne geçti. Obama'nın Irak ve Afganistan'dan çekilip Amerikan üstünlüğünü ekonomik ve teknolojik üstünlükle devam ettirme niyetini ilan edip,mevcut savaşları da Amerikan kamuoyunun kırmızı çizgileriyle pek oynamadan yapmaya çalışıyor,aynı zamanda dünya kamuoyunu yanına çekebilmek içinde diyalog sürecini açık tutmaya,orta ve büyük güçlerle işbirliğinin yolunu açmaya karşı taraftaki çekimserleri dahi yanına çekmeye,sürece dahil etmeye çalışıyor.


Bu stratejisi şimdilik yolunda gibi gözüküyor,fakat Obama'dan beklenenler gerçekten çok daha fazlaydı,bunun en somut örneğini Obama'ya verilen Nobel Barış Ödülü sırasındaki yazarların analistlerin eleştirilerinde görebilirsiniz. Bu eleştirilere karşılık olarak Obama'da ödül töreninde yaptığı konuşmayla bir nevi cevap vermiştir .Küresel ekonomik krize ve görevi devraldığında devam eden iki büyük savaşın sonuçlarına rağmen Obama'nın dünyada Bush döneminde kıyasla daha çok işbirliği ve barış argümanlarını kullanıyor olması,demokrasi adına umut vericidir. Bu noktada ben Obama'nın dünyanın değişen konjukturune paralel olarak ama bu ivmeyi de destekleyecek tutumda politikaların sembolü olduğunu,değişimin öncüsü tetikleyici olabileceğini düşünüyorum.

Gürcistan-Rusya Krizinde Ankara'nın Rolü& Soğuk Savaş Sonrası Ankara'nın Güney Kafkasya Politikası Üzerine Değerlendirmeler;


2008 yazında Tiflis yönetiminin Barış Gücü kapsamında fiilen Rus askerlerinin kontrolünde olan, hukuken Gürcistan kontrolündeki Güney Osetya’ya yönelik operasyonu ve sonrasındaki Rus müdahalesi sürecinde Ankara’nın rolünü incelemeye çalışacağım. Bu inceleme esnasında Ankara’nın Soğuk Savaş sonrası Güney Kafkasya politikasını ve Kafkasya’daki ülkelerle Gürcistan’ın ilişkisini de analizime ekleyerek konuya açıklık getirmeye çalışacağım. Ayrıca Türkiye’nin üye olduğu uluslararası örgütler bağlamında ve Atlantik ötesi ilişkileri ile karşılaştırmalar yaparak kriz sırasındaki tutumunu değerlendireceğim. Sovyetlerin dağılmasıyla beraber Türkiye’nin komşularının sayısı artmıştır. Doğu sınırlarında 3 bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Ayrıca Orta Asya’da Ankara’nın göz ardı edemeyeceği 5 devlet bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu durum Türkiye’ye dış politik manevra kabiliyeti sağlamasının yanında bu devletlerin kendi aralarındaki sorunlar sebebiyle bazı dezavantajlar da yaratmaktadır. Bu iki olasılığı Soğuk Savaş sonrası şartlarla uyumlaştırarak bir dış politika yaratmak zorunda olan Ankara taraflara dengeli şekilde yaklaşmak, bölgede istikrarsızlık unsuru olan sorunları çözme eğiliminde dış politikalar belirlemiştir. Tüm devletleri bağımsızlık ilanlarından kısa bir süre sonra tanıyan Ankara, bölgedeki devletlerle diplomatik ve ekonomik alanda ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Fakat devletlerarasındaki krizlerin sıcak savaşa dönmesi durumunda daha dikkatli politikalar izlemiştir. Bunun en belirgin örneği de Gürcistan ve Rusya arasındaki Güney Osetya sorununda görülmektedir.

b- Güney Kafkasya’daki Donmuş Sorunlar;
Güney Kafkasya’da yer alan devletlerin birbirleriyle olan sorunlarından bahsetmiştik. Bunları detaylandırmak gerekirse, devletlerin egemenliklerindeki topraklarda hak iddiası söz konusudur. Örneğin, Dağlık Karabağ bölgesi, Azerbaycan ve Ermenistan arasında ciddi bir sorundur. Gürcistan içerisindeki Cevahati bölgesindeki Ermeni toplumu da her ne kadar Erivan’dan bugüne dek ciddi destek görmese de Ermenistan’da bazı çevreler bu konuyu sürekli gündemde tutmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda Gürcistan içerisinde yer alan Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan özerk bölgeleri merkezi Tiflis yönetimiyle sorunlar yaşamaktadır. Hâlihazırda ilk ikisi tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmişse de Rusya Federasyonu ve birkaç küçük devlet dışında tanıyan devlet yoktur. Türkiye’de Abhazya’nın ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımamıştır. Çünkü bu tek taraflı bağımsızlık ilanı uluslar arası hukuka aykırı bir eylemdir. Bu topraklar hukuken hala Tiflis yönetiminin elindedir, fakat son krizle beraber Tiflis yönetiminin bölgedeki halklarla arasındaki sosyal ve psikolojik uçurum derinleşmiş, bu bölgelerin Tiflis yönetimi ile ortak bir gelecek tahayyül etmesi imkânsızlaşmıştır. Asıl sorun bu devletlerin geçmişte ortak bir siyasi yapıda yer almış olup, bu devletler içerisindeki farklı etnik grupların Moskova’daki Sovyet otoritesinin zayıflamasıyla paralel olarak yaşanmaya başlamıştır. Zayıflayan Sovyet otoritesi ve beraberindeki dağılma süreci bu bölgelerde etnik mücadeleyi tetiklemiştir. Dağılma sürecinden itibaren 10 yıllık dönemde Rusya Federasyonu’nun kendi içerisindeki sosyal ve ekonomik sorunlarını (Oligarklar) minimize ettikten sonra bölgeyle tekrar ilgilenmeye başlamıştır. Bu tespite kanıt olarak Dağlık Karabağ konusunda Rusya’nın Azerbaycan ve Ermenistan devlet başkanlarıyla yapmış olduğu arabuluculuk çalışmalarıdır. Kısaca Sovyetlerin ardılı olarak uluslararası sistemde yer alan Rusya bölgede eski gücünü yitirmiş olsa da özellikle Güney Osetya kriziyle beraber etkin bir güç olduğunu tekrar kanıtlamıştır. Rusya’nın bölgede etkinliğini gün geçtikçe arttırması Ankara’nın Soğuk Savaş koşullarındaki reflekslerini görmemize sebep olabilir. Çünkü Türk dış politika yapımcıları her ne kadar Cumhuriyetin kuruluş öncesinde ve 2. Dünya Savaşı başlayana dek geçen süreçte Moskova’nın yapıcı işbirliğini unutmamış olsa da savaş sonrası Moskova’nın boğazların statüsü ve Doğu Anadolu üzerindeki isteklerini de unutmamıştır. 50 yıl süren Soğuk Savaş, Ankara’nın dış politika belirlerken ‘kuzeydeki büyük komşu sorunsalı’ nı hesaba katmak üzere şekillenmiştir. Bunun en bilinen sebebi Türk- Sovyet sınırının normal bir sınır olmaktan öte Batı dünyasıyla Sovyet’leri birbirinden ayıran bloklar arası bir sınır olduğu bilinmelidir. Berlin Duvarı’ nın yıkılması uluslararası siyaset için ne kadar büyük bir dönüm noktasıysa Avrupa’daki son kapalı sınır olan Türk-Ermeni sınırının açılma ihtimali de küresel düzeyde ideolojik kamplaşmanın sona erdiğinin kesin kanıtıdır.

NATO & ABD –AB AÇISINDAN KARADENİZ POLİTİKALARI ve ANKARA;
Uluslararası örgütlerin ve bölgede etkinlik sağlamak isteyen güç odaklarının yetersizliğini de dile getirmemiz gerekmektedir. Bu noktada Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO’nun ve yukarıda sözünü ettiğimiz güç odaklarından sırasıyla ABD ve Avrupa Birliği’nin bölgeye bakış açısını ve kriz sırasındaki tutumunu dile getirmemiz yararlı olacaktır. Örneğin AB yetkilerinin açıklamalarıyla Birliğe üye olan devletlerin demeçleri paralellik göstermemiştir. 90’larda Yugoslavya’nın dağılmasıyla beraber patlak veren Bosna Krizine müdahale hususunda yetersiz kalmış uluslararası toplumda ve Batılı devletlerin kendi kamuoylarında dahi tepki toplamıştır. Siyasi alanda da ekonomik alandaki gibi işbirliği ve bütünleşme çabalarında bulunan Birlik kendisinden bekleneni gerçekleştirememiştir. Bu durum AB’nin ortak dış ve güvenlik politikası üretme bağlamında başarısız olduğunun kesin kanıtıdır. İkinci olarak NATO’nun kriz sırasındaki rolüne değinmek gerekmektedir. NATO, krizi takip eden günlerde Karadeniz’de daha önceden planlandığını iddia ettiği şekilde tatbikata benzer eylemlerde bulunmuştur. Ruya, Genel Kurmay Başkanı Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936)’ne atıf yaparak açıklamalarda bulunmuş, rahatsızlığını dile getirmiştir. NATO’nun Karadeniz politikasına geçmeden Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni genel hatlarıyla irdelemek gerekir.

‘Boğazlardan serbest geçiş esası kabul ediliyordu. Ancak ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi, barış ve savaş hâline göre, ayrı statüye bağlanıyordu. Savaş durumu da Türkiye'nin girdiği, girmediği ve savaş tehlikesi olma durumlarında uygulanacak esaslara ayrılıyordu. Boğazların askerî kontrolü ve savunma tedbirleri tamamen Türkiye'ye aitti. Boğazlardan geçişi denetleyen Milletlerarası Boğazlar Komisyonu kaldırıldı. Bu ana maddelerle Türkiye'nin boğazlar üzerindeki genel hâkimiyeti sağlandı. Diğer maddelerin bazıları ise; Barış zamanında: Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin ticaret gemileri serbestçe geçerler. Savaş gemileri 8–15 gün önceden haber verilmek ve bir arada dokuz gemiyi ve belli tonajı aşmamak üzere geçebilir. Denizaltılar, uçak gemileri ve 10.000 tondan büyük savaş gemileri hiç geçemez. Sözleşmeye uygun şekilde geçen savaş gemileri Karadeniz'de yirmi bir günden fazla kalamaz. Karadeniz'de kıyısı bulunan devletlerin ticaret gemileri serbestçe geçerler. Savaş gemileri geçmeden sekiz gün önce Türkiye'ye haber verecekler, bir arada geçen gemilerin tonajı 15.000'den fazla olmayacaktır. Karadeniz'de kalışları için belli bir süre yoktur. Savaş zamanında:

Türkiye savaşan ülke ise ya da kendisini yakın bir savaş tehdidinde görüyorsa; ticari gemilerin geçişini engelleyemese de, geçişlere bazı kısıtlamalar getirebilmek hakkına sahiptir. Türkiye tarafsızsa; ticaret gemileri serbestçe geçmesine rağmen savaşan tarafların savaş gemileri geçemez. Savaş tehlikesinin çok olduğu zamanlarda ticaret gemileri barış zamanı kurallarına göre sadece gündüzleri geçebilecektir. Sözleşmenin süresi yirmi yıl olacaktı. Bu sürenin bitiminden iki yıl önce taraflardan hiçbiri sözleşmenin feshini istemezse, böyle bir istekten iki yıl sonraya kadar yürürlükte kalacaktı.’

Yukarıda belirtilen genel hatlar çerçevesinde Osetya Krizi sırasında Türk Dış İşleri’nin takınmaya çalıştığı tutumu daha net bir şekilde algılayabiliriz. Çünkü Ankara 50 yılı aşkın bir süredir NATO ittifakı içerisinde yer almakta Atlantik ötesi bağları gittikçe derinleşen hatta stratejik ortaklık seviyesinde ilişkiler kuran Batılı bir devlettir. Aynı zamanda günümüz koşullarında Soğuk Savaş kuralları geçerli değildir. Türkiye kuzey komşusu Rusya’yla gün geçtikçe gelişen ekonomik ve sosyal ilişkilere sahiptir. Bu ilişkiler iki devlet için de önemlidir. Kısaca, Rusya’yı karşısına almayan ve NATO ittifakı üyeliğini zedelemeyen politikalar üretmek zorundadır. Aynı zamanda, Ankara Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya ulaşan yolu da açık tutarak ekonomik ve sosyal ilişkileri derinleştirmek zorundadır. Bütün bu sebeplerden dolayı bölgedeki krizlere, bölgedeki devletler tarafından ve uluslararası toplumunda desteğini alacak platformlar oluşturmak zorundadır.
Bu zorunluluk Türkiye’yi Kafkasya İstikrar Paktı önerisini dile getirmesine neden olmuştur. Taraflar, özellikle de Rusya, Türkiye’nin bu girişiminden memnun olduğunu belirtmişse de bölge ülkeleri arasındaki sorunların karışık hali Pakt’ın olabilirlik seviyesini bugün için düşük tutmaktadır. Bu yüzden Türkiye bölgedeki sorunları, öncelikli olarak da kendisinin müdahil olduğu, Ermenistan sınırı konusunda girişimleri söz konusudur. NATO’nun Karadeniz politikasını bu bilgilerle ele aldığımızda Ankara - NATO dış politika yapıcıları arasında farklılıklar olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Örneğin, NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında yenilediği savunma konseptinde Karadeniz kaçakçılıkla mücadele ve küresel terör bağlamında değerlendirmiştir. Bu çerçevede, aynı zamanda AB üyesi de olan ve yakın zamanda da NATO ‘ya üye olan Romanya ve Bulgaristan önemli bir yere sahiptir. ABD’nin bu ülkelerde kurmak istediği deniz üsleri uzun bir süre, adı geçen ülkelerle daha önceden aynı siyasi birlikte yer aldıkları Rusya’la olan ilişkilerinde gerginliğe sebep olmuştur ki Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin değerlendirildiği toplantıdan kısa bir süre sonra Moskova’nın Güney Osetya’ya müdahalesi gerçekleşmiştir. Kısaca Rusya kendi etki alanı içerisinde gördüğü Doğu Avrupa ve Kafkasya’da NATO’nun genişleme sürecini kaygıyla izlemektedir. Zaman zaman Rusya Başbakanı Putin tarafından da NATO ‘nun Soğuk Savaş sonrasında öneminin kalmadığını, buna rağmen post Sovyet coğrafyasında neden genişlemeye devam ettiğini anlamakta güçlük çektiklerini ifade etmektedir. Gerçekten de NATO Soğuk Savaş koşullarında herhangi bir Sovyet müdahalesine karşı kurulmuş ortak savunma örgütüdür. Sovyetler dağılmasına rağmen varlığını sürdürmesi NATO üyeleri arasında dahi tartışma konusu yaratmış fakat NATO kendini 21. yüzyıl koşullarına adapte etmeye çalışmaktadır.

İşte bütün bu bilgilerle NATO ‘nun ve dolayısıyla ABD‘ nin Karadeniz politikası, Ankara’nın öncelikleriyle bağdaşmağını görmekteyiz. Son olarak Ankara Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni, kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşması’nın devamı olarak görmektedir. Bu durum Montrö’nün Ankara açısından psikolojik önemini de ayrıca açıklamaktadır.Ayrıca Türkiye'nin Gürcistan politikasında belirtmemiz gereken bir nokta da Türkiye içerisinde yaşamlarını sürdüren Abhazya kökenli nufüstür. Bu kişiler 19.yüzyılda Rusya Çarlığı ile giriştikleri mücadele sonrasında vatanlarından ayrılmak zorunda kalmış,yaşayan trajediler sonrasında Osmanlı'ya sığınanların torunlarıdır. Bölgeyle bağlarını korudukları bilinmektedir,hatta yoğun olarak yaşadıkları Güney Marmara Bölgesi'nde 90'lar sırasındaki savaşlarda bölgeye gidip gönüllü olarak savaşanların ve orada ölenlerin de olduğu bilinmektedir. Ankara bu durumu göz önünde alarak hareket etmek ve Gürcistan politikasını reel politikanın dışında kendi vatandaşları olan Abhaz nufüsü rencide etmeden oluşturmak zorundadır. Tabi bu durum çelişkileri de beraberinde getirmektedir. Misal olarak; kriz sonrasında Abhazya'nın tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesiyle Türkiye-Abhazya arasında daha da yükselen ticari ilişkilere Ankara engel olmamaktadır,aynı şekilde Tiflis yönetiminin Abhazya'ya mal taşıyan gemileri “egemenlik haklarını ihlal ettiği”gerekçesiyle tutuklamasına da karışmamaktadır.

Bu durum Abhaz vatandaşlar ve Tiflis yönetimi arasında denge kurmaya çalışan Ankara'nın yaşadığı çelişkeye gösterebilecek en somut olaydır. Türkiye'de yaşayan Abhazlar Abhaz diyasporası içerisinde de öneme sahiptirler. Abhazya hususunda rol sahibi olmak isteyen Ankara reel politik gereği de bu vatandaşlarını Tiflis yönetiminin çözüm çabaları sırasında bir köprü olarak işlevli kılabilir.

Son olarak Ankara'nın kriz sırasındaki Gürcistan politikasını farklı yönleriyle ele almaya çalıştık. Kısaca NATO-ABD ile ilişkiler,Rusya ile ilişkiler,Abhaz diyasporası,Tiflis yönetimiyle sürdürülen iyi ilişkiler ve Ankara-Tiflis-Bakü çizgisinde yürütülen demokrasi hamlesi,Erivan ile yürütülen doğrudan görüşmeler ve imzalanan protokoller,bütün bu verileri denkleme kattığınızda Ankara'nın politikasını daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum,sürekli olarak denge politikasını bir devlet politası olarak sürdüren Türkiye tüm taraflara eşit mesafede olup sorunların çözülmesine acil katkı sağlamak zorunluluğunun farkında olmalıdır.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri'nde Din Faktörünün Rolü & Medeniyetler İttifakı veya Medeniyetler Çatışması Üzerinden Analizi;


Avrupa Kıtası yüzyıllardır bir entegrasyon projesi uygulanmaya çalıştı. Roma İmparatorlığu döneminde kısmen sağlanan birliktelik Kavimler Göçü ve dış saldırıların etkileriyle yıpratıldı.Bu süreç sonrasında Avrupa Kıtası Ortaçağ adını verdiğimiz zaman diliminde belki de tarihindeki en karanlık dönemi yaşadı. Klise'nin artan etkisine paralel serbest düşüncenin engellenmesinin temelde yer aldığı zihniyetin ekonomik ve siyasal alana sirayet ettiği genel bir kapanma eğilimi içerisine girmiştir. Bu karanlık devrin de sona ermesiyle beraber tekrar entegrasyon çabaları yoğunlaşmıştır.Bugüne kadar da süren entegrasyon çabalarının tarihi işte o zamanlardan gelmektedir.Ki Avrupa Birliği adını verdiğimiz 1950'lerdeki entegrasyon süreci de fikri temellerini Eski Yunan'a kadar taşımaktadır. Bugüne kadar ki en kapsamlı birleşme projesi olan bu fikir bugün kendi içerisinde bazı sorunları beraberinde getirmektedir. Bunlardan en önemlilerinden birisi de küresel oyuncu adayı olup olmama ile ilgilidir. Bu sorunun cevabı pek tabii ki AB'nin uzun vadeli projelerini de şekillendirecektir. Bazı devletler ulusal egemenliklerinden taviz vermemek adına süreci yavaşlatmaya çalışşalarda,dünya siyasetinin geldiği nokta bizi AB'nin küresel bir oyuncu olmaya zorlayacağını göstermektedir. Bu işaretlerden en önemlisi de AB'nin temsil ettiği değerlerde saklıdır. Bunlar kısaca hukukun üstünlüğü,uzun vadeli ekonomik işbirliği ve akabindeki siyasal işbirliği, demokrasinin yayılmasına dayalı bir değerler sistemidir. Bu sistemin en büyük yararı barış havzalarının oluşma ihtimalidir. Ki 1950'lerden beri Balkanlar hariç Avrupa'da savaşların çıkmamasında AB entegrasyon projesinin önemli bir yeri olduğunu düşünmekteyim.

AB'nin küresel oyuncu olması için önünde bazı engeller bulunuyor,bunlardan birisi de Türkiye-AB müzakereleri konusunda üye devletlerin tutumlarıdır. Bu devletler bu müzakerelerin varmak istedikleri noktayı Türkiye'ye samimi olarak iletmelidirler,Türk kamuoyunun üyelik sürecindeki motivasyonun düşmemesi adına,yapılması gereken büyük çaplı reformlara politik insiyatifin katkısının sağlanması adına,Türk kamuoyunun desteğinin sağlanması kanaatimce en önemli hususların başında gelmektedir. Türkiye-AB müzakerelerinde siyasi sosyal ve ekonomik bir çok alan bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi de din faktörüdür. Çünkü Avrupa Birliği'ne üye olan devletlerin hepsi mezhepleri farklılık içersede Hristiyanlık kökenlidir. Türkiye,ise her ne kadar 80 yılı aşkın bir süredir Sekülerleşme yönünde ciddi adımlar ve reformlar gerçekleştirmiş olsada 200 yılı aşkın süredir de Batılılaşma yönünde çalışmalar üretmiş olsa da,hala Avrupa kamuoyunda bir Doğu ülkesi imajı söz konusudur. Türkiye'nin devraldığı miraslar sebebiyle Doğulu bir karaktere sahip olduğunu yadırgamak imkansızdır. Bunu yaptığımız takdirde oryantalist bir bakış açısına sahip olmuş oluruz. Bu durum bizi Türkiye'yi tahlil ederken yanlış tespitlere dolasıyla da yanlış çözümlere yöneltecektir.

Aynı şekilde tamamen doğulu karekterde bir Türkiye imajı da yanlıştır. Türkiye'nin 200 yılı aşkın süreçtir Batılılaşma çabaları ve 60 yıla aşkındır Batılı Devletlerle ekonomik,siyasi ve askeri alanda aynı kurumsal yapılar içerisinde olduğunun unutulması da anlaşılacak bir şey değildir. Türk kamuoyu Kore'ye asker göndermeyle başlayan süreçte Batı Dünyası'nın güvenliğinin sağlanması adına ciddi bir şekilde bedeller ödediğini bugün tartışmaya başladı. Türkiye eğer Batı kampında olmasaydı Sovyetler yönünden saldırıya uğrayabildi,bu ihtimalleri bugün tartışmak gerçekçi değildir. Fakat bu tartışmalar Türkiye'yi Batı Dünyası ile ilişkilerini sorgulama noktasına götürür ki bu durum kanımca Türkiye içinde Batı dünyası içinde yararlı olmayacaktır. Çünkü Türkiye içdinamiklerini sürekli olarak 100 yıla yakın bir süredir mevcut rejim Batılılaşma politikları ve bunun getirmiş olduğu pozitif artılarla dönüştürüp revize edebildi. Çünkü bu içdinamikler yüzyıllar boyu süren ve din adamlarının da etkili olduğu bir bir mekanizma içerisinden gelmektedir. Bu dinamikleri kontrol altına almaya çalışmak ve toplumu çağdışı uygulamalardan çıkartıp ilerlemeye yönelik bir duruş sergilemek amacıyla Batı Dünyası'yla yürütülen ilişkiler ciddi öneme sahipti. Bugün ise Türkiye bu sorgulamayı devam eder,alternatif dış politik yaklaşımlara yönelmeye devam ederken Batı dünyası yerine ilerlemeci yönelimlere başka coğrafyalarla ilişkileri üzerinden devam ettirmeye kalkarsa bu durumda iç dinamiklerin revizyon sürecinde etkileri olsa da kanımca güvenlik ve ekonomik tartışmaların sürdüğü Avrupa'da etkileri daha keskin ve yıpratıcı olacaktır. Çünkü ben Türkiye gibi İslami referansların ağırlıkta olduğu düşünülen fakat toplum nezdinde arkaplanda önemi olduğunu bir Türk olarak gözlemlediğim olguların Batı Entagrasyonuna inanılandan çok katkı vereceğini düşünmekteyim. Bu durumun AB'ye entegrasyon açısından daha ciddi bir motivasyon sağlayacağını,İslam Dünyası ile yürüteceği ilişkilerde Türkiye sayesinde bir soft power gücü kazanabileceğini düşünmekteyim. Bu birinci aşama olarak Türkiye-AB ilişkilerinde anlatılabilir. Benim artı olarak ekstra belirtmek istediğim durum ise aşağıdaki paragrafta özetlemeye çalıştığım güncel çatışma tezleri ilgilidir.

ifade etmek istediğim bir durumise Medeniyetler Çatışması kavramıdır. Bu kavrama geçmeden önce yukarıda belirttiği Doğulu ülke olma kavramını ve özdeşleşen İslam olgusunu tartışmaya açmaya çalışacağım. Aldığım verilerle de ı Doğulu bir ülke olma karakterini İslam'la özdeşleştiren yaklaşımı da kabul etmek olası değildir. Çünkü Avrupa Kamuoyundaki Doğulu ülke kavramı serbest düşünceyi engelleyen,kadın-cocuklara sosyal hayatta sınırlandırılmış haklar tanıyan,kendi içine kapalı bir imaj göstermektedir. Maalesef Ortadoğu'da bu tarz rejimler söz konusudur. Bu rejimlerin siyasi meşruiyetlerini de İslam dininden almaya çalışmaları kanımca ne bu rejimleri meşrı kılar,ne de bu rejimlerin yapmış olduğu hataları meşru kılar. Yani Ortaçağda Avrupa'da yaşananları Hristiyanlıkla özdeşleştirmek ne kadar hata ise,bugün de Ortadoğu'da yaşanan olayları İslamla özdeşleştirmek o kadar hatadır diye düşünmekteyim. Fakat bugün özellikle de Soğuk Savaş sonrasında Batı Dünyası'nda akademisyenler önümüzdeki süreçte Medeniyetler Çatışması'ndan daha çok söz ediyorlar. Bu durum 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nin WTC ( Dünya Ticaret Merkezi)'ye uçakla terörist saldırılardan sonra zirveye çıktı. Çünkü saldırganlar bu terörist eylemi İslami yönleri ağır basan bir silahlı grupla ilişkili halde Cihat amacıyla yaptıklarını deklare ettiler. Batı kamuoyu İslam dininin anlamından tutunda yaşanmasına ve sonuç olarak medeniyetine yabancı olduğu için,kendi medyaları da sürekli olarak Afganistan-Taliban tarzı rejimleri örnek gösterdiği için bu durum yabancılaşma sürecini tetiklemiştir. Sonuç olarak Amerika Birleşik Devletleri ağırlıklı olmak üzere Avrupa'da yaşayan göçmenler zorluk çekmeye toplum içinde kabul görmemeye hatta saldırılara uğramaya başlamıştır. Bu durum kamplaşmaya,gruplar arasında muhtemel çatışmaları tetikleyebilecek eylemleri de beraberinde getirmiştir. Örnek olarak Fransa'da geçtiğimiz yıllarda Kuzey Afrika kökenli gençlerin dünya gündemini de meşgul eden eylemlerini söyleyebiliriz.

Tabii ki bu olayların arkasında sosyo-ekonomik sebepleri göz ardı etmek imkansızdır. Fakat olayların sıçramasındaki temel etkenin yabancı düşmanlığına varan ve artık İslamofobia olarak nitelendirilen İslam inancına mensup kişilere yönelik ayrımcılıklara uzanmaktadır. Bu tarz toplumsal olaylar kanımca İslam Coğrafyasında da tepkilerini bulacaktır. Misal olarak Hz.Muhammed'e yönelik yapılan karalama kampanyasının Danimarka başta olmak üzere bazı Batılı ülkelerin de duruma "serbest düşünce" olarak yaklaşması Müslümanların tepkisini tüm dünyada artırmıştır, ve maalesef istenmeyen olaylarda cerayan etmiştir. Bu durumu etki-tepki meselesi ile açıklamaya çalışmak,anlamlarından birisi "Barış" olan İslamiyetin yaşandığı coğrafyada izah etmek olası değildir. Fakat bu durumu ben ifade edememe olarak algılamaya çalışacağım. Aynı zamanda bu tepkiyi sömürgeciliğe duyulan tepkiyle özdeşleştirmek istiyorum. Çünkü Batı-Doğu ilişkileri özellikle geçtiğimiz yüzyılda ağırlıklı olarak Batı lehine seyretti,bu durumun mevcut nesillerde özellikle Irak İşgali,süregelen Filistin-İsrail Savaşı,Lübnan-İsrail sorunu,Afganistan İşgali gibi örneklemlerle "Haçlı Savaşları"'nın nüveleri olarak kodlayan bir çok kişi bulunmaktadır. Bu olaylar Batı-Doğu arasında patlak vermesi beklenen Medeniyetler Çatışması tezine inandırıcılık kazandırmaktadır.
Fakat yukarıda da anlatmaya çalıştığımız şekilde asıl olaylar sosyal-ekonomik sebeplerde ve geçmiş tarihe yönelik atıflarda yatmaktadır. Aynı zamanda iki din mensuplarının da birbirine daha saygılı ve hoşgörülü davranmasına yönelik çabaları da olası krizleri minimize edecek,illegal gruplarında toplum içinde marjinalize olmasını sağlayacaktır.Bu duruma ulaşılması için Avrupa Birliği'nin temel amacı olan barış havzalarının artırılması ve demokrasinin üstünlüğünün tesis edilmesi amacıyla ilgili ülkelerde yapısal reformların yapılmasına destek verilmesi gerekmektedir. Pek tabiki bu yapılırken AB Kurumlarının bir pilot ülke üzerinden bu reformları desteklemelerinin daha yararlı olacağını düşünüyorum. Aynı zamanda bu ülkenin model ülke olarak imaj çalışması yapılmalıdır. Bu ülkenin hukukun üstünlüğü,demokrasinin işlerliği gibi kazanımları olmalıdır. Bunun yanısra ekonomik olarak da bu ülkelerin finansal hareketlerinin yönlendirilmesinde geniş sektörlere ve yetişmiş insan gücüne sahip olan ülke pek tabii ki Türkiye'dir. Türkiye'nin önemini ikinci olarak da bu ülkelerin Batı tarafından revizyonu sürecinde pilot ülke olarak görebiliriz. Son olarak ülkemizin Medeniyetler Çatışması yerine Medeniyetler İttifakı tezine daha yakın bir şekilde Dünya Barışına hizmet edebileceğini düşünüyorum.