21 Şubat 2010 Pazar

Afganistan-Pakistan konulu III. İstanbul Zirvesi’nin Sonuçları Üzerinden Londra Konferansı 2010'un Analizi ve TR'nin AfPak Siyasetine Bakışı (3)

AfPak coğrafyasıyla ilgili kaleme aldığım üçüncü yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Bu yazımda ilk iki yazının birikimlerinden de faydalanarak AfPak coğrafyasında bir dönüm noktası olarak görülen Londra Konferansı 2010’un hakkında bilgilendirmeler yapmaya çalışacağım. Bu konferansın aynı zamanda neden Batı Dünyası içinde dönüm noktası olduğunu ve neden Afganistan’daki nihai sonucun Post-Sovyet dönemin kilometre taşlarından birisi olduğunu, ele almaya çalışacağım. Öncelikle Batı Dünyası’nın tarihsel süreci de göz önünde bulundurarak “tehdit algılaması” parametresi üzerinden Afganistan 2001 Müdahalesi’ni ele almak istiyorum.

II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Dünyası ve Sovyetler Birliği arasında savaşın son yıllarında tesis edilmiş işbirliği sona ermiş, Batı ve Sovyetler birbirini tehdit algılaması kategorisinde değerlendirmeye başlamıştır. Bu durum Soğuk Savaş sürecini başlatmıştır. Bu dönemde Batı Dünyası kendi arasında siyaset ve askeri mekanizmalarını yakınlaştırmaya yönelmiştir. Avrupa-Atlantik ittifakının en somut kanıtı olan NATO ortak tehdide karşı ortak savunma anlayışına göre kurulmuştur. Buna karşılık olarak Sovyetler Birliği de kendine yakın rejimleri Varşova Paktı adıyla bir araya getirmiştir. Karşılıklı tehdit algılamaları 1980’lerin sonu ile sona ermiş Sovyetler dağılmıştır. Bu durumda NATO’nun varlığı üyeleri tarafından da sorgulanmaya başlanmıştır.

Yakın zamana kadar Sovyetler Birliği’nin halefi olan Rusya Federasyonu’nun üst düzey yetkililerinin de NATO’nun meşruiyetini sorgular nitelikte uluslararası kamuoyuna yönelik demeçler vermesi de tartışmalara sebep olmuştur. NATO’nun devamı için konsept değişimi yapması gerekli hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası değişen koşullar, NATO’nun ortak tehdidi Sovyetler gibi belirli mutlak bir hedeften “Küresel Terör” adı altında daha belirsiz hedeflere yönelik mücadele alanlarına kaydırdığını görmekteyiz. Bu durum örgütün nitelik değişimi stratejik yönelimlerini de belirleyecektir. Üs yapısından silah çeşitlerine uzanan yelpazede değişiklikler gündeme gelmektedir. NATO üyelerinin de mutabık olması gereken bu strateji değişikliği üyelerin sadece örgütün dönüşümü için değil, kendilerini de yeni konsepte göre yenilemelerini beraberinde getirmektedir.

Bu duruma ayak uydurabilen NATO üyeleri olduğu gibi kendi savunma stratejilerini ortaya koymaya çalışanlar ülkelerde da yok değil. Aslında ayak uyduran ve kendisini bu şekilde değiştiren ülkelerdeki askeri birimlerin uzun yıllar boyunca Amerikan Silahlı Kuvvetleri ile dirsek temasında olduğunu görmekteyiz. Aynı şekilde kendi konseptleri yaratmaya çalışan ülkeler içerisinde de kararsızlıklar olduğunu bilmekteyiz. Bu durum Afganistan’a yönelik müdahale sırasında özellikle Avrupa’da ortaya çıktı. Bu durum ittifakın güvenirliğinin sorgulanması açısından önemli bir noktadır kanımca.


Bu noktada 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik saldırılar sonrası önce Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğindeki Müttefik Kuvvetlerin müdahalesine uğrayan Afganistan daha sonra da NATO Kuvvetlerinin etki alanına girmiştir. Bugün çoğunluğunu Batılı güçlerin oluşturduğu kuvvetlerin dokuz senedir sürdürdüğü savaşta askeri kayıplar devam etmektedir. Kabil bölgesi dışında Batılı güçlerin tam anlamıyla otorite sağladığını kabul etmek pek mümkün değildir.

Aynı zamanda Müttefik Kuvvetlerin desteğini arkasında bulunduran Hamid Karzai Yönetim’inin yolsuzluk ve yoksulluk sorunlarında başarılı olamadığını, Afganistan’da kalkınma hususunda tam anlamıyla bir atılım yapılamadığını, uluslararası toplumun fonlarının savunma ağırlıklı harcamalara gittiğine dair tartışmalar tüm dünyada sürmektedir. Bu durum bizleri, Afganistan’da Taliban öncesi sorunlarla, Taliban sonrası sorunların benzer olduğuna dair bir inanca götürüyor. Batı Dünyası için Taliban sonrası Afganistan’da Karzai yönetiminin “laik bir anayasa” ile halkın karşısına çıkması önemli bir kazanım olarak görülmektedir. Çünkü Batılı devlet yöneticileri kendi kamuoylarına Afganistan’ı 11 Eylül Sonrasında “Küresel Terör için bir sığınak” şeklinde lanse etmektedir.

Fakat sadece bu bölgede Müttefik Kuvvetlerin El-Kaide veya Taliban ile çatışmadığını, çatışmanın aşiretler üzerinden yürüdüğünü uluslar arası kamuoyu tartışmaya başlamıştır. Bu durum bölgenin demografik yapısı ve Kabil’in komşularıyla olan ilişkilerinin de gündeme gelmesini beraberinde getirmiştir. Aşiretler yerel özelliklere sahip yapılanmalardır ve bölgede yüzyıllardır belirli bir denklem içerisinde sosyal hayatta yerlerini almaktadırlar. Bölgenin coğrafi konumu ile mevcut siyasi sınırları arasındaki çelişki sürdüğü müddetçe aşiretlerin “sınırlarüstü geçişkenliği “sürmeye devam edecektir. Çünkü siyasal dinamiklerin sosyal-ekonomik dinamikler tarafından şekillendirildiği toplumlarda düzen ve adalet, sosyal-ekonomik dinamiklerin siyasal dinamikler tarafından şekillendirildiği toplumlara nazaran daha istikrarlıdır. İşte Batı Dünyası’nın terazide eşitlemeye çalıştığı konu da tam burasıdır.

Kısaca Batı için Afganistan önemli bir dönüm noktasıdır, çünkü Londra Konferansı’nda ortaya konulan hedeflerde ılımlı Taliban liderleri ile uzlaşı aramak, belirli müzakereler ortaya koymak gibi seçeneklerin ortaya konmuş olması Batı’nın onurlu bir çıkış mı yoksa savaşı sürdürülebilir kılma hedefinde olup olmadığının sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Sovyet müdahalesi sonrası da belirli grupların ilk aşamada Kızılordu’ya destek verdiğini biliyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder