3 Kasım 2009 Salı

Türkiye Tabularını Tartışıyor

Demokratik Açılım Süreci’nin siyasi irade tarafından iç dinamiklere paralel olarak uygun dış konjuktürel üretilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Masaya yatırıldığına şahit oluyoruz. Bu esnada uzunca bir süredir konuşulmayan ya da konuşulamayan her konu ortaya dökülüyor. Marjinal fikirler dahi açık oturumlarda rahatlıkla dile getirebiliyor. Bu duruma aslında pek alışık değiliz. Gelişmiş bir tartışma kültürümüz olduğunu söyleyemeyiz. İnsanların fikirlerini yeterince yansıtamıyorlar. Çünkü yapılan araştırmalarda “iletişimsizlik” ve “yanlış algılama” sorunları ön planda gözüküyor.

Türkiye kamuoyu tabularını tartışıyor. Uzunca bir süredir konuşulması dahi yasak konular bugünkü siyasi iradenin de katkısı ile enine boyuna masaya yatırılmış durumda Bu sürecin başarıya ulaşması için de tüm tarafların konuya ilişkin görüşlerini ve kalıcı çözüme dair önerilerini sıralaması gerekmektedir. Tartışmaların tüm olasılıkları içeren şekillerde ortaya konması faydalıdır. Çünkü kapsamlı bir çözüm ancak tüm kesimlerin katılabileceği ortak İnsiyatif ile alınabilir. Bu tartışmalar sırasında bende edindiğim birikimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hepsinden önce tabuları ortaya koymamız gerekiyor. Yazıma “Tabu” kavramı başlamak istiyorum.Tabu “insan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış oldukça güçlü sosyal yasaklara denir" Sanırım tanımlama sonrasında bu zaman neden bazı konuların üstünün kapatıldığı hususunda ipucu yakaladık. Temel anlamda bir dokunulmazlık zırhı ile kaplanmış kutsiyet durumu söz konusu. Peki, bu kutsiyetin altında yatan en önemli sebep nedir sizce? İnsanlar neden bir olguya kutsallık atfederler? Bunun birçok nedeni olabilir. Ben elimden geldiğince üçünü açıklamaya çalışacağım.

Birincisi bahsedilen olguyu yâda olayı sürekli kılma duygusu ile hareket ediyor olabilirler.Böylece kendileri için önemli buldukları olguyu kimliklerinin bir parçası haline getirebileceklerdir. İkincisi ise bu olgu bilinçaltında yatan korkularla ilintilidir. Korktukları için kutsamış olabilirlerde. Üçüncüsü ise bahsedilen olgunun belirli bir gruba olan faydanın devamı adına kutsanmış olabilir. İnsanoğlu tarih içerisinde yukarıda bahsettiğim koşulları da birbirine paralel süreçlerde yaşamışlardır. Hali hazırda bu süreçler birbirlerine zıt değildir. Bunlar birbirlerini çark sistemindeki gibi etkileyen bir mekanizmaya sahiplerdir. Yeri geldiğinde bilinçaltında yatan korkular kimlikleri güçlendirir, yeri geldiğinde güçlenen kimlikler bir gruba fayda sağlamaya devam eder. Bu döngü sonunda grup sürekli olarak korkuyu pompalamaya ve kutsallığı kullanmaya devam eder ta ki bu döngü çözülünceye kadar.

Peki, Türkiye’nin kutsalları neler? Sürekli gündemi işgal eden konulara göz atarsak cevabı kolaylıkla bulabiliriz. “Bölünmez bütünlük” “üniter yapı” ile beraber “laiklik” de ülkemiz gündemi içerisinde kendisine bir şekilde bazen Resmi Bayramlarda sivil ve askeri bürokrat demeçlerinde yer buluyor. Bazen de nasıl finanse edildiği bilinmeyen emekli askerlerin organize ettiği sivil(!) gösterilerle kamuoyuna taşınıyor. Ama bir şekilde kamuoyu bu konularla meşgul ediliyor. Bu konuların 80 yıllık geçmişi bulunan bir devlette tartışılmasının sonuçlarını karşılaştırmalı olarak diğer ülkelerle beraber ayrıntılı olarak başka bir yazıda ele almaya çalışacağım. Fakat bu yazının konusu bakımında sadece kavramları giriş şeklinde ele alacağım. Bunu yapabilmek için de bahsetmiş olduğumuz tabuları ortaya çıkaran zihniyetin geliştiği ortamı sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların dünyayı algılama vizyonlarını anlamalıyız. Yaşanan süreci ve geçirilen evreleri ele alabilirsek ortaya çıkan zihniyeti de daha iyi anlamlandırabiliriz. Bu veriler bizlere tabuları konuşurken ileriye yönelik veriler olacaktır.

Türkiye’yi kurucu kadrolar 1920’lerde birdenbire ortaya çıkmamıştır. Bu kadrolar, dönemin iç ve dış koşullarını çok iyi kullanarak askeri bir mücadeleyi siyasi kazanıma çevirmişlerdir. Temel olarak İttihat-Terakki kadrolarının içerisindeki farklı siyasi fraksiyonların Mondros Bırakışması sonrasındaki konjuktüre uyum sağlayıp Anadolu merkezli bir ihtilal düşüncesi etrafındaki örgütlenmesinden meydana gelmiştir. Ana kadrolar Tanzimat’tan beri süregelen Batılılaşmacı ekolün bir devamıdır. Tanzimat Fermanı ile okullarda Batılı usullerle yetiştirilmeye çalışılan ordu mensupları ek olarak Batılı fikirlerle daha içli dışlı olmaya başladılar. Anayasa kavramı ile tanıştılar. Milliyetçilik ve ulus-devlet fikirlerini tartışmaya başladılar. Aynı zamanda bir yandan Osmanlı’nın dağılma sürecine nasıl engel olabileceklerini düşünen temel soruları kendilerine sormaya başladılar. Bazı cevapları ortaya koydular. Osmanlı’da 20.yüzyıla girmeden bu sorulara cevap olarak üç düşünce ön plana çıkıyordu. Bu akımlar Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük-Turancılık. Bu fikirleri de kısaca detaylandırmamız gerektiğini düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder