3 Ocak 2010 Pazar

Gürcistan-Rusya Krizinde Ankara'nın Rolü& Soğuk Savaş Sonrası Ankara'nın Güney Kafkasya Politikası Üzerine Değerlendirmeler;


2008 yazında Tiflis yönetiminin Barış Gücü kapsamında fiilen Rus askerlerinin kontrolünde olan, hukuken Gürcistan kontrolündeki Güney Osetya’ya yönelik operasyonu ve sonrasındaki Rus müdahalesi sürecinde Ankara’nın rolünü incelemeye çalışacağım. Bu inceleme esnasında Ankara’nın Soğuk Savaş sonrası Güney Kafkasya politikasını ve Kafkasya’daki ülkelerle Gürcistan’ın ilişkisini de analizime ekleyerek konuya açıklık getirmeye çalışacağım. Ayrıca Türkiye’nin üye olduğu uluslararası örgütler bağlamında ve Atlantik ötesi ilişkileri ile karşılaştırmalar yaparak kriz sırasındaki tutumunu değerlendireceğim. Sovyetlerin dağılmasıyla beraber Türkiye’nin komşularının sayısı artmıştır. Doğu sınırlarında 3 bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Ayrıca Orta Asya’da Ankara’nın göz ardı edemeyeceği 5 devlet bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu durum Türkiye’ye dış politik manevra kabiliyeti sağlamasının yanında bu devletlerin kendi aralarındaki sorunlar sebebiyle bazı dezavantajlar da yaratmaktadır. Bu iki olasılığı Soğuk Savaş sonrası şartlarla uyumlaştırarak bir dış politika yaratmak zorunda olan Ankara taraflara dengeli şekilde yaklaşmak, bölgede istikrarsızlık unsuru olan sorunları çözme eğiliminde dış politikalar belirlemiştir. Tüm devletleri bağımsızlık ilanlarından kısa bir süre sonra tanıyan Ankara, bölgedeki devletlerle diplomatik ve ekonomik alanda ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Fakat devletlerarasındaki krizlerin sıcak savaşa dönmesi durumunda daha dikkatli politikalar izlemiştir. Bunun en belirgin örneği de Gürcistan ve Rusya arasındaki Güney Osetya sorununda görülmektedir.

b- Güney Kafkasya’daki Donmuş Sorunlar;
Güney Kafkasya’da yer alan devletlerin birbirleriyle olan sorunlarından bahsetmiştik. Bunları detaylandırmak gerekirse, devletlerin egemenliklerindeki topraklarda hak iddiası söz konusudur. Örneğin, Dağlık Karabağ bölgesi, Azerbaycan ve Ermenistan arasında ciddi bir sorundur. Gürcistan içerisindeki Cevahati bölgesindeki Ermeni toplumu da her ne kadar Erivan’dan bugüne dek ciddi destek görmese de Ermenistan’da bazı çevreler bu konuyu sürekli gündemde tutmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda Gürcistan içerisinde yer alan Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan özerk bölgeleri merkezi Tiflis yönetimiyle sorunlar yaşamaktadır. Hâlihazırda ilk ikisi tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmişse de Rusya Federasyonu ve birkaç küçük devlet dışında tanıyan devlet yoktur. Türkiye’de Abhazya’nın ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımamıştır. Çünkü bu tek taraflı bağımsızlık ilanı uluslar arası hukuka aykırı bir eylemdir. Bu topraklar hukuken hala Tiflis yönetiminin elindedir, fakat son krizle beraber Tiflis yönetiminin bölgedeki halklarla arasındaki sosyal ve psikolojik uçurum derinleşmiş, bu bölgelerin Tiflis yönetimi ile ortak bir gelecek tahayyül etmesi imkânsızlaşmıştır. Asıl sorun bu devletlerin geçmişte ortak bir siyasi yapıda yer almış olup, bu devletler içerisindeki farklı etnik grupların Moskova’daki Sovyet otoritesinin zayıflamasıyla paralel olarak yaşanmaya başlamıştır. Zayıflayan Sovyet otoritesi ve beraberindeki dağılma süreci bu bölgelerde etnik mücadeleyi tetiklemiştir. Dağılma sürecinden itibaren 10 yıllık dönemde Rusya Federasyonu’nun kendi içerisindeki sosyal ve ekonomik sorunlarını (Oligarklar) minimize ettikten sonra bölgeyle tekrar ilgilenmeye başlamıştır. Bu tespite kanıt olarak Dağlık Karabağ konusunda Rusya’nın Azerbaycan ve Ermenistan devlet başkanlarıyla yapmış olduğu arabuluculuk çalışmalarıdır. Kısaca Sovyetlerin ardılı olarak uluslararası sistemde yer alan Rusya bölgede eski gücünü yitirmiş olsa da özellikle Güney Osetya kriziyle beraber etkin bir güç olduğunu tekrar kanıtlamıştır. Rusya’nın bölgede etkinliğini gün geçtikçe arttırması Ankara’nın Soğuk Savaş koşullarındaki reflekslerini görmemize sebep olabilir. Çünkü Türk dış politika yapımcıları her ne kadar Cumhuriyetin kuruluş öncesinde ve 2. Dünya Savaşı başlayana dek geçen süreçte Moskova’nın yapıcı işbirliğini unutmamış olsa da savaş sonrası Moskova’nın boğazların statüsü ve Doğu Anadolu üzerindeki isteklerini de unutmamıştır. 50 yıl süren Soğuk Savaş, Ankara’nın dış politika belirlerken ‘kuzeydeki büyük komşu sorunsalı’ nı hesaba katmak üzere şekillenmiştir. Bunun en bilinen sebebi Türk- Sovyet sınırının normal bir sınır olmaktan öte Batı dünyasıyla Sovyet’leri birbirinden ayıran bloklar arası bir sınır olduğu bilinmelidir. Berlin Duvarı’ nın yıkılması uluslararası siyaset için ne kadar büyük bir dönüm noktasıysa Avrupa’daki son kapalı sınır olan Türk-Ermeni sınırının açılma ihtimali de küresel düzeyde ideolojik kamplaşmanın sona erdiğinin kesin kanıtıdır.

NATO & ABD –AB AÇISINDAN KARADENİZ POLİTİKALARI ve ANKARA;
Uluslararası örgütlerin ve bölgede etkinlik sağlamak isteyen güç odaklarının yetersizliğini de dile getirmemiz gerekmektedir. Bu noktada Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO’nun ve yukarıda sözünü ettiğimiz güç odaklarından sırasıyla ABD ve Avrupa Birliği’nin bölgeye bakış açısını ve kriz sırasındaki tutumunu dile getirmemiz yararlı olacaktır. Örneğin AB yetkilerinin açıklamalarıyla Birliğe üye olan devletlerin demeçleri paralellik göstermemiştir. 90’larda Yugoslavya’nın dağılmasıyla beraber patlak veren Bosna Krizine müdahale hususunda yetersiz kalmış uluslararası toplumda ve Batılı devletlerin kendi kamuoylarında dahi tepki toplamıştır. Siyasi alanda da ekonomik alandaki gibi işbirliği ve bütünleşme çabalarında bulunan Birlik kendisinden bekleneni gerçekleştirememiştir. Bu durum AB’nin ortak dış ve güvenlik politikası üretme bağlamında başarısız olduğunun kesin kanıtıdır. İkinci olarak NATO’nun kriz sırasındaki rolüne değinmek gerekmektedir. NATO, krizi takip eden günlerde Karadeniz’de daha önceden planlandığını iddia ettiği şekilde tatbikata benzer eylemlerde bulunmuştur. Ruya, Genel Kurmay Başkanı Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936)’ne atıf yaparak açıklamalarda bulunmuş, rahatsızlığını dile getirmiştir. NATO’nun Karadeniz politikasına geçmeden Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni genel hatlarıyla irdelemek gerekir.

‘Boğazlardan serbest geçiş esası kabul ediliyordu. Ancak ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi, barış ve savaş hâline göre, ayrı statüye bağlanıyordu. Savaş durumu da Türkiye'nin girdiği, girmediği ve savaş tehlikesi olma durumlarında uygulanacak esaslara ayrılıyordu. Boğazların askerî kontrolü ve savunma tedbirleri tamamen Türkiye'ye aitti. Boğazlardan geçişi denetleyen Milletlerarası Boğazlar Komisyonu kaldırıldı. Bu ana maddelerle Türkiye'nin boğazlar üzerindeki genel hâkimiyeti sağlandı. Diğer maddelerin bazıları ise; Barış zamanında: Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin ticaret gemileri serbestçe geçerler. Savaş gemileri 8–15 gün önceden haber verilmek ve bir arada dokuz gemiyi ve belli tonajı aşmamak üzere geçebilir. Denizaltılar, uçak gemileri ve 10.000 tondan büyük savaş gemileri hiç geçemez. Sözleşmeye uygun şekilde geçen savaş gemileri Karadeniz'de yirmi bir günden fazla kalamaz. Karadeniz'de kıyısı bulunan devletlerin ticaret gemileri serbestçe geçerler. Savaş gemileri geçmeden sekiz gün önce Türkiye'ye haber verecekler, bir arada geçen gemilerin tonajı 15.000'den fazla olmayacaktır. Karadeniz'de kalışları için belli bir süre yoktur. Savaş zamanında:

Türkiye savaşan ülke ise ya da kendisini yakın bir savaş tehdidinde görüyorsa; ticari gemilerin geçişini engelleyemese de, geçişlere bazı kısıtlamalar getirebilmek hakkına sahiptir. Türkiye tarafsızsa; ticaret gemileri serbestçe geçmesine rağmen savaşan tarafların savaş gemileri geçemez. Savaş tehlikesinin çok olduğu zamanlarda ticaret gemileri barış zamanı kurallarına göre sadece gündüzleri geçebilecektir. Sözleşmenin süresi yirmi yıl olacaktı. Bu sürenin bitiminden iki yıl önce taraflardan hiçbiri sözleşmenin feshini istemezse, böyle bir istekten iki yıl sonraya kadar yürürlükte kalacaktı.’

Yukarıda belirtilen genel hatlar çerçevesinde Osetya Krizi sırasında Türk Dış İşleri’nin takınmaya çalıştığı tutumu daha net bir şekilde algılayabiliriz. Çünkü Ankara 50 yılı aşkın bir süredir NATO ittifakı içerisinde yer almakta Atlantik ötesi bağları gittikçe derinleşen hatta stratejik ortaklık seviyesinde ilişkiler kuran Batılı bir devlettir. Aynı zamanda günümüz koşullarında Soğuk Savaş kuralları geçerli değildir. Türkiye kuzey komşusu Rusya’yla gün geçtikçe gelişen ekonomik ve sosyal ilişkilere sahiptir. Bu ilişkiler iki devlet için de önemlidir. Kısaca, Rusya’yı karşısına almayan ve NATO ittifakı üyeliğini zedelemeyen politikalar üretmek zorundadır. Aynı zamanda, Ankara Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya ulaşan yolu da açık tutarak ekonomik ve sosyal ilişkileri derinleştirmek zorundadır. Bütün bu sebeplerden dolayı bölgedeki krizlere, bölgedeki devletler tarafından ve uluslararası toplumunda desteğini alacak platformlar oluşturmak zorundadır.
Bu zorunluluk Türkiye’yi Kafkasya İstikrar Paktı önerisini dile getirmesine neden olmuştur. Taraflar, özellikle de Rusya, Türkiye’nin bu girişiminden memnun olduğunu belirtmişse de bölge ülkeleri arasındaki sorunların karışık hali Pakt’ın olabilirlik seviyesini bugün için düşük tutmaktadır. Bu yüzden Türkiye bölgedeki sorunları, öncelikli olarak da kendisinin müdahil olduğu, Ermenistan sınırı konusunda girişimleri söz konusudur. NATO’nun Karadeniz politikasını bu bilgilerle ele aldığımızda Ankara - NATO dış politika yapıcıları arasında farklılıklar olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Örneğin, NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında yenilediği savunma konseptinde Karadeniz kaçakçılıkla mücadele ve küresel terör bağlamında değerlendirmiştir. Bu çerçevede, aynı zamanda AB üyesi de olan ve yakın zamanda da NATO ‘ya üye olan Romanya ve Bulgaristan önemli bir yere sahiptir. ABD’nin bu ülkelerde kurmak istediği deniz üsleri uzun bir süre, adı geçen ülkelerle daha önceden aynı siyasi birlikte yer aldıkları Rusya’la olan ilişkilerinde gerginliğe sebep olmuştur ki Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin değerlendirildiği toplantıdan kısa bir süre sonra Moskova’nın Güney Osetya’ya müdahalesi gerçekleşmiştir. Kısaca Rusya kendi etki alanı içerisinde gördüğü Doğu Avrupa ve Kafkasya’da NATO’nun genişleme sürecini kaygıyla izlemektedir. Zaman zaman Rusya Başbakanı Putin tarafından da NATO ‘nun Soğuk Savaş sonrasında öneminin kalmadığını, buna rağmen post Sovyet coğrafyasında neden genişlemeye devam ettiğini anlamakta güçlük çektiklerini ifade etmektedir. Gerçekten de NATO Soğuk Savaş koşullarında herhangi bir Sovyet müdahalesine karşı kurulmuş ortak savunma örgütüdür. Sovyetler dağılmasına rağmen varlığını sürdürmesi NATO üyeleri arasında dahi tartışma konusu yaratmış fakat NATO kendini 21. yüzyıl koşullarına adapte etmeye çalışmaktadır.

İşte bütün bu bilgilerle NATO ‘nun ve dolayısıyla ABD‘ nin Karadeniz politikası, Ankara’nın öncelikleriyle bağdaşmağını görmekteyiz. Son olarak Ankara Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni, kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşması’nın devamı olarak görmektedir. Bu durum Montrö’nün Ankara açısından psikolojik önemini de ayrıca açıklamaktadır.Ayrıca Türkiye'nin Gürcistan politikasında belirtmemiz gereken bir nokta da Türkiye içerisinde yaşamlarını sürdüren Abhazya kökenli nufüstür. Bu kişiler 19.yüzyılda Rusya Çarlığı ile giriştikleri mücadele sonrasında vatanlarından ayrılmak zorunda kalmış,yaşayan trajediler sonrasında Osmanlı'ya sığınanların torunlarıdır. Bölgeyle bağlarını korudukları bilinmektedir,hatta yoğun olarak yaşadıkları Güney Marmara Bölgesi'nde 90'lar sırasındaki savaşlarda bölgeye gidip gönüllü olarak savaşanların ve orada ölenlerin de olduğu bilinmektedir. Ankara bu durumu göz önünde alarak hareket etmek ve Gürcistan politikasını reel politikanın dışında kendi vatandaşları olan Abhaz nufüsü rencide etmeden oluşturmak zorundadır. Tabi bu durum çelişkileri de beraberinde getirmektedir. Misal olarak; kriz sonrasında Abhazya'nın tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesiyle Türkiye-Abhazya arasında daha da yükselen ticari ilişkilere Ankara engel olmamaktadır,aynı şekilde Tiflis yönetiminin Abhazya'ya mal taşıyan gemileri “egemenlik haklarını ihlal ettiği”gerekçesiyle tutuklamasına da karışmamaktadır.

Bu durum Abhaz vatandaşlar ve Tiflis yönetimi arasında denge kurmaya çalışan Ankara'nın yaşadığı çelişkeye gösterebilecek en somut olaydır. Türkiye'de yaşayan Abhazlar Abhaz diyasporası içerisinde de öneme sahiptirler. Abhazya hususunda rol sahibi olmak isteyen Ankara reel politik gereği de bu vatandaşlarını Tiflis yönetiminin çözüm çabaları sırasında bir köprü olarak işlevli kılabilir.

Son olarak Ankara'nın kriz sırasındaki Gürcistan politikasını farklı yönleriyle ele almaya çalıştık. Kısaca NATO-ABD ile ilişkiler,Rusya ile ilişkiler,Abhaz diyasporası,Tiflis yönetimiyle sürdürülen iyi ilişkiler ve Ankara-Tiflis-Bakü çizgisinde yürütülen demokrasi hamlesi,Erivan ile yürütülen doğrudan görüşmeler ve imzalanan protokoller,bütün bu verileri denkleme kattığınızda Ankara'nın politikasını daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum,sürekli olarak denge politikasını bir devlet politası olarak sürdüren Türkiye tüm taraflara eşit mesafede olup sorunların çözülmesine acil katkı sağlamak zorunluluğunun farkında olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder